15 Kasım 2008 Cumartesi

Osmanlıda Kardeş Katli

Osmanlıda Kardeş Katli
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

Devlet-i ebed müddet idealinin ve tarihî tecrübenin Osmanlı'ya ödettiği ağır bedel...Kardeş katli... Müslümanlar, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hanedanın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlattan daha mühimdir Busbecq (Avusturya İmparatoru Ferdinand'ın elçisi) Cenab-ı Hak benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen değiştiremezsin. Bugün din-i İslamın yegâne istinadgahı Osmanlılardır. Devletin dahilindeki bir mücadele doğu ve batıdaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinayettir. Ve İslamiyeti temelinden yıkmakla birdirKanunî Sultan Süleyman Kadimden töredir kardeşe kıymak Atayı anayı gussalı komak Aşıkpaşazâde'nin bu beyti Osmanlı tarihinin en mühim bir meselesine işaret ediyor. Bu şanlı hânedana tarihin görmediği uzun süreli saltanat hayatı sağlayan kudret kaynaklarından biri de, şüphesiz merkeziyetçi bir devlet oluşumu idi. Ancak böyle bir ideali gerçekleştirirken ortaya çıkardıkları kardeş katli meselesi her zaman tartışılageldi. Art niyetli olanı, Osmanlı düşmanlığını ilke edinen ve tarih metodundan uzak bulunan yazarlar ve kimseler arasında ise padişahlar, kardeşlerini, kardeşlerinin oğullarını, hatta kendi oğullarını hunharca katlettiren adamlar olarak değerlendirildi.
Kendi saltanatları ve tahtları için görülmemiş mezalimler yaptıran insanlar olarak gösterildi. İşte bu ve benzeri görüşler karşısında genellikle insanlar sükutu tercih ettiler ve bir ölçüde bu ifadeleri kabul etmek mecburiyetinde kaldılar. Zira olayın insani ve vicdani boyutu pek büyüktü ve aklı başında bir kimse için evlat katli, kabul edilmesi imkânsız bir işlemdi. Dolayısıyla konuyu geçmişi, devrinin özellikleri, anlayışı, sosyal ve siyasi şartları ile ve objektif bir biçimde ele alacağız ve tarih metodu ile okuyucularımızın bilgilerine sunmaya çalışacağız. Kutsal kan Gerek eski Türk ananesinde ve gerekse İslâm'dan sonraki dönemde devlet, hükümdar ailesinin ve hanedanın müşterek malı sayılırdı. Nitekim İslâmiyet'ten önce Türkler, kendilerinin dünyayı idare etmekle görevli olduklarına inanırlardı. Yaradan bu görevi onlara bahşetmişti. Kağanların yaptıkları işlerin Cenab-ı Hakk'ın iradesiyle olduğu Orhun Abideleri ile de sabittir. Dolayısıyla Türkler, onların hükümdar ailesinden olan kimseleri idam ederken kanlarını akıtmıyorlar, yay kirişiyle boğuyorlardı. Zira onların kanları kutsal biliniyordu. İşte, aynı inanışların İslâmiyet'i kabul ettikten sonra da dini bir çerçeve içerisinde ele alındığı ve yaşatıldığı görülüyor. Karahanlılar'da, Gazneliler'de, Selçuklular'da, Timur oğullarında ve Anadolu beyliklerinde devlet hep hanedanın müşterek malı kabul edildi. Yalnız uygulamaya geçildiğinde bunun devlete ve milli menfaatlere zararlı bir yönü ile hep karşı karşıya kalındı. Bu hastalık devletin birliğini, gücünü, kuvvetini kırıyor ve kısa bir süre içerisinde onu tarihe mal ediyordu.Böl, parçala, yut Devletlerimizin çabuk yıkılmasına sebep olan bu uygulama, devletin müşterek hakimi olmaları sebebiyle oğullar arasında pay edilme geleneği şeklinde de kendini göstermişti. Eski Türkler'de doğu-batı diye her zaman bölünmeye yol açan ve Çinliler'in ekmeğine yağ sürmekten öteye gitmeyen bu usûl, İslâmiyet'ten sonraki Türk devletlerine de aynen yansıdı. 940'larda Türkistan ve Maveraünnehir'de güçlü bir hâkimiyet kuran Karahanlılar, bir asır geçtikten sonra önce ikiye sonra üçe bölündü ve yine aynı süre bittikten sonra da yıkıldılar. Gazneli Sultan Mahmud'un Azerbaycan hudutlarından Hindistan'ın Yukarı Ganj vadisine Orta Asya'da Harezm'den Hint Okyanusu sahillerine kadar çok geniş bir sahada teşekkül ettirdiği devleti (962-1030) kendisinden sonra daha çok hanedan üyelerinin saltanat mücadelelerine sahne oldu ve 1187'de tamamen ortadan kalktı. Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah dönemlerinde çok geniş ülkeleri elinde tutan Büyük Selçuklu Devleti, yine bu inanç ve gelenek dolayısıyla İran, Kirman, Konya, Halep ve Dımaşk Selçukileri adıyla beş parçaya ayrıldı. Bütün bu bölünmeler ne yazık ki ilk düşman ve ilk tehlike oluyordu. Özellikle komşu ülkelerde siyaseti iyi bilen idereciler, bu bölünmüş ve parçalanmış hanedanları birbi rleri ile kapıştırmakta hiç zorlanmıyordu. Neticede sel gibi Türk kanları akıyor, memleketler harap oluyordu. Birinci Haçlı seferinde 600 bin kişi Anadolu'ya girmiş, ancak Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ülkedeki birlik ve beraberliğin verdiği güçle bunların sayısını Antakya kalesine ulaşıncaya kadar (1096-1097) 100 bine indirmişti. Oysa Suriye'de Büyük Selçuklu Devleti'nin bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığı az sayıdaki bu Haçlı birliklerinin işine yaradı. Müslüman, Musevi ve Hristiyanların birlikteyaşadığı, her üç dinin mensuplarınca da mübarek bilinen Kudüs, Haçlılar'ın eline geçince büyük bir katliâma sahne oldu. Yetmiş bin Müslüman ve Yahudiyi, mabetlere sığınan çocuklar ve kadınlar dahil, acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları kan ve cesetlerden geçilmez oldu.Diğer taraftan Anadolu'da da Sultan II. Kılıç Arslan'ın 1188'de memleketini yine eski Türk hâkimiyeti telâkkisine göre, onbir oğlunun arasında pay etmesi, devletinin geleceğini gayet fena bir şekilde etkilemeye başladı. Şehzadelerin birlik ve beraberlik için verdiği mücadeleler binlerce Türk'ün ölümüyle sonuçlandı. Ve sonunda da 50 yıl geçmeden Moğollar'ın tahakkümü altına girdi. Bütün bu gelişmeler ise, düşmanların kafasına Türkler'i yok etmenin bir reçetesi olarak kazınıyordu. Ve bu reçete üç kelimeden ibaretti. Böl, parçala, yut.Bir ülkeye tek çobanAnadolu Selçukluları'nın Moğol tabiiyeti altına girmesi uçlardaki Türk beylerini harekete geçirdi ve her biri bulundukları mıntıkalarda istiklallerini ilân etmeye başladılar. Karamanoğulları, Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları ve Saruhanoğulları gibi güçlü beyliklerin bu taksim töresine sadıkane bağlı kaldıkları müşahede edilirken, Bizans sınırına yakın bir mevkide yer alan ve beyliklerin en zayıfı olarak telakki olunan Osmanlılar'ın ise ne yapacakları merak edilmeye başlandı.Ertuğrul Gazi'den sonra aşiretlerin ve beylerin kararıyla oğlu Osman başa geçirilmişti. Aşireti beyliğe çeviren Osman Gazi'nin vefatından sonra Alaaddin ve Orhan isimlerinde iki oğlu kalmıştı. Osman Gazi'nin bıraktığı ülke nasıl pay edilecek ve bu konuda nasıl bir yol izlenecekti? İşte devletin en temel dinamiği bu husus olacak ve geleceğini etkileyecekti.Tek yürekOrhan Bey'in vefatından sonra Hüdavendigar lâkabı ile anılan oğlu I.Murad babasının vasiyeti ve vezirlerinin ittifakıyla hükümdar olurken, saltanat davasına kalkışan iki kardeşi İbrahim ve Halil beyleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Bizans İmparatorunun oğlu Andronikos ile birlikte olup kendisine isyan eden oğlu Savcı Bey'i yine devletin sıhhat ve selameti için öldürttü. Böylece saltanatta birlik prensibi Osmanlılar için olmazsa olmaz bir devlet telakkisi haline geldi.Nitekim I.Murad Han, 1389'da Kosova meydanında şehid düşünce beylerin ittifakı ile babasının yerine seçilen Yıldırım Bayezid, kaçan düşmanı takipten dönen kardeşi Yakup Çelebiyi öldürterek muhtemel bir iç savaşı önlemek istedi. Gerçekten de Anadolu beylerinin bu olayı vesile ederek Osmanlılar'a karşı ittifak kurmaları ve faaliyete geçmeleri, Yıldırım ve beylerinin yerinde bir karar aldıklarını açıkça gösterdi. Zira muhtemeldir ki Yakub Çelebi bu beyler tarafından rahat bırakılmayacak ve Yıldırım'a karşı teşvik edilecekti.Timur hadisesinden ve Ankara bozgunundan sonra yaşanan 11 yıllık fetret devresi ve şehzade kavgaları aslında, firaset ve siyaset sahipleri için mükemmel bir dönemdi. Kardeş katli meselesinin devlete ne derece bir hayatiyet bahşettiğinin vesikası hüviyetindeydi. Tarih metoduna sahip kimseler, bu açık vesikayı okuyup değerlendirmekte hiç güçlük çekmezler.Fetret devrinden önce ve sonra 10 yıllık dönemlerde mevcut topraklarını iki kat büyütebilen Osmanlılar, bu defa birbirlerinin hasmı ve düşmanı olmuşlardı. Sadece birbirlerini kırmakla kalmamışlar, Bizans, Eflak ve Karamanoğulları karşısında önemli ölçüde toprak kaybına da uğramışlardı.Yaşanan bütün bu olaylar birlik prensibini daha da pekiştirdi. Çelebi Mehmed kardeşlerini ortadan kaldırarak devletin ikinci bânisi sıfatını kazandı. Onun yerine tahta oturan oğlu II.Murad da önce tarihlere "Düzmece" lâkabıyla geçen amcası Mustafa Çelebi'yi, ardından kardeşi Şehzade Mustafa'yı ortadan kaldırarak tek başına ülke idaresine sahip oldu.Ekser ulemâ dahi...İstanbul'un fethinden sonra ise, Fatih Sultan Mehmed ülkenin bölünmezliği ilkesini sistemleştirdi ve bir kanun maddesi haline getirdi. İşte meşhur kanunnâmede yer alan kardeş katli ile ilgili hüküm:"Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizâm-ı âlem içün katl etmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Ânınla amil olalar".Fatih Sultan Mehmed böylece ata ve dedesinin pratikte uygulaya geldiği bir usûlü böylece kanun olarak yerleştirdi, hanedanı rahatlattı ve sistemi kalıcı kıldı. Fatih'ten sonra tahta çıkanlar daha rahat hareket etme imkanını buldular. Nitekim II. Bayezid Han kardeşi Cem'in oğullarını, Yavuz Sultan Selim şehzade Ahmed, Korkud ve evlatlarını, Kanuni oğullarını, III. Mehmed, III. Murad, IV. Mehmed, IV. Murad ve diğerleri kardeşlerini hep bu kanuna istinaden ortadan kaldırdılar.Kanunnâmede bu uygulamanın "Nizam-ı âlem" için yapıldığı belirtilirken, yine kaynaklarda meşruiyeti göstermek bakımından şu hukuki prensipler veya siyasi gerekçeler göze çarpıyor. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür.Umumî bir zararı def edebilmek için, hususî bir zarar tercih olunur.Bir kafeste iki aslan, bir kında iki kılıç olmaz.Kangren olan kolun kesilmesi bütün vücudu kurtarmak için zaruridir.İşte bütün bu ifadeler ve hükümler, devlet bütünlüğünün parçalanmasına, binlerce Müslümanın ve askerin ölümüne, köy ve şehirlerin felaketine ve cihad hizmetinin durmasına yolaçacak olan kardeş kavgalarının önüne geçebilmek için bir veya bir kaç kişinin ortadan kaldırılmasını gerekli kılıyordu.Kemalpaşazâde bir kıtasında bu hadiseyi şu şekilde belirtir.Çü şah baştır memleket ona tenYaramaz iki başlı olmak bedenBir iklime sığmaz iki padişâh.Taksim tehlikesiİşte bu özellikleri dolayısıyladır ki, her şehzade babasının bıraktığı mülke vâris olmanın yanısıra, kendisini devlet idaresine namzet görüyor, bu uğurda mücadele yoluna atılmakta tereddüt göstermiyordu. Bu mücadeleler sırasında eski Türk geleneği üzere zaman zaman devletin bölünmesi ve müşterek idare olunması teklifleri de gündeme gelmeye başladı.Nitekim fetret devrinin ortaya çıkardığı karışık devrede kardeş kanlarının akıtılmasını istemeyen Çelebi Mehmed ağabeyi İsa Çelebi'ye Anadolu'nun ikisi arasında pay edilmesini isteyerek şöyle demişti:"Ey canım kardeşim, ey sevincimizin neşemizin kaynağı, boşa giden dünya malı için İslamın yiğitlerini savaşa salmak, sonu mutsuzluk ve pişmanlık olan bir iştir. Cihan sultanlığı hem bir anlık, hem de sonu gelmeyen bir dilektir. Bilgili, ileri görüşlü ve akıllı kişiler bu değersiz mala istekli olmaz.Yer yüzünün Müslüman kanıyla sulanması ne din için gereklidir, ne de aklın görüşüne uygun düşer. Gazilerin ok ve kılıçları din düşmanlarının kanı ile boyanmalı. Bu ortada iken müminlerin kanına girmek yerinde midir? İki günlük devlet için güzel adımızı boşa salmak uygun mudur? Kardeşçe ilişkiler kurmak ve birbirimizi desteklemek varken sonu kötü düşmanları sevindirmek, doğruyu araştıran aklın gereği değildir. Güçlü kişilere uygun düşecek olan budur ki Anadolu diyarına yarı yarıya hükmederiz, kardeşlik ve hoşnutluk yolunu tutarız..."İsa Çelebi ise küçük kardeşinin kendisine yol göstermesi karşısında hiddetlenerek sert ve ağır ifadelerle cevap verdi ve atının dizginlerini mücadele meydanına çevirdi.İki padişah fazlaNeticede Mehmed, Süleyman, İsa ve Musa Çelebiler arasında onbir yıl devam edecek büyük mücadele başladı. Mehmed Çelebi Osmanlı devletini yeniden bir idare altında toplamayı başarırken bu durumdan memnun olmayan devletler de vardı. Batıda güçlü bir devletin bulunmasını istemeyen ve dağınık mevcut statünün devamında kendisi için faydalar gören Timur'un oğlu Şahruh, Çelebi Mehmed'e bir name göndererek dikkatini çekmişti. Şahruh mektubunda; onun Osmanlı töresi üzerine kardeşlerini öldürtmesinin İlhanlı töresine uymadığını söylüyor ve yaptıklarından dolayı Çelebi Mehmed'i şiddetle tenkit ediyor, aksi halde üzerine geleceğinden dem vuruyordu.Osmanlı sultanı ise bu sözlere karşı; "Osmanlı padişahları başlangıçtan beri tecrübeyi kendilerine rehber yapmışlar ve saltanatta ortaklığı kabul etmemişlerdir. On derviş bir kilim üzerinde uyur, lakin iki padişah bir iklime sığmaz. Zira etrafta din ve devlet düşmanları fırsat beklemektedir. Nitekim malumunuzdur ki pederinizin arkasından (Ankara Savaşından sonra) kafirler fırsat buldu. Selanik ve başka beldeler elden çıktı" diyerek cevab vermişti.Cem Sultan'ın teklifi Osmanlı devleti fetret devrinden sonra en ciddi bölünme tehlikesini Fatih Sultan Mehmed'in oğulları Bayezid-Cem mücadelesi sırasında yaşadı. II.Bayezid'in saltanatı elde etmesine karşılık Bursa'yı zapteden Cem, kendisini Anadolu'ya hakim olmuş sayarak bir elçilik heyetini ağabeyine gönderdi ve bu durumun kabul edilmesini istedi.Elçilik heyetinde, Çelebi Mehmed'in kızı ve şehzadelerin halaları ihtiyar Selçuk Hatun da bulunuyordu. Bayezid Han, huzuruna gelen halasına büyük izzet ve itibar gösterdi. Selçuk Hatun ona:"Padişahım olmaz mı ki can beraber olan kardeş kanını dökmeğe kalkışmayasın. İslam arasında cenk ateşini yakıp tutuşturmayasın. Rumeli topraklarıyla yetinip Anadolu ülkesini kardeşine bağışlayasın. Böyle yaparsan o da eğdiği boynunu bir daha boyunduruğundan çıkarmaz. Çekişme bir ağaç için dahi olsa üzüntüden başka meyve vermez. İki şanlı padişah döğüşmeye niyet etseler bundan halk büyük zarar görür. Ülke kavgası yüzünden ortalığı harabeye çevirmek yüce gönüllü olmaya ve yiğitlik şanına uygun değildir" dedi. Evlâttan daha mühim Sultan II. Bayezid hissiyatla dile getirilen duygu yüklü bu konuşmaya aldanmadı. Lâ erheme beyne'l-müluk (Hükümdarlar arasında merhamet olmaz) ve Bu kişver-i Rûm bir ser-i pûşîde-i arus-ı pür namustur ki iki damad hutbesine tâb götürmez (Osmanlı Devleti öyle başı örtülü namuslu bir gelindir ki iki damadın talebine tahammül edemez) ifadeleriyle saltanatın taksim edilemeyeceğine dair namus ve kudsiyet duygularını belirtir.Mücadelenin sonunda Cem'in Rodos'a geçmesinin, Osmanlı devletine nelere malolduğu meselesi ise tarih uzmanlarınca çok iyi biliniyor.
İşte Osmanlı padişahları bu tarihî geçmişi, vuku bulan kavgaları ve neticelerini görerek kat'i tedbirlere başvurmaktan geri durmadılar. Nizam-ı âlem mefkuresini, din ve devlet, mülk ve millet duygusu ile ele alarak her fedakârlığa katlanmaktan çekinmediler.Kanuni devrinde Türkiye'ye gelen İmparator Ferdinand'ın elçisi Busbecq bu anlayışı şu sözleriyle ifade etmektedir: Müslümanlar, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hanedanın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlattan daha mühimdir.Kanuni Sultan Süleyman'ın feda etmek istemediği oğlu Bayezid'e gönderdiği namesinde aynı duygu ve inancı görmek mümkündür: Cenab-ı Hak benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen değiştiremezsin. Bugün din-i İslamın yegane istinadgahı Osmanlılardır. Devletin dahilindeki bir mücadele doğu ve batıdaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinayettir. Ve İslamiyeti temelinden yıkmakla birdir.İşte Kanuni'nin oğlunu ve padişahların kardeşlerini ortadan kaldırırlarken düşündükleri yüksek devlet şuuru bu anlayıştır.Tevbe kıl canım oğul Osmanlı padişahlarının bu yüce duygularını ve hareket tarzlarını anlamak, onları taht için kardeşlerini öldürten hunhar ve zalim kimseler şeklinde göstermek, yanlıştır. Oysa İslam ülkelerinin harap olmaması ve Müslüman halkın huzuru için canlarından çok sevdikleri kardeşlerini ve çocuklarını biremirleriyle öldürtmek acaba cihad hizmetini yürütmek ve adaletten çıkmak korkusuyla yıpranan ruh ve bedenlerine daha ne şekilde etkilerde bulunmuştu. Genç denilebilecek yaşlarda, üzüntü ve kederlerin yol açtığı hastalıklarla ölümlerinde, ne gibi etkenlerin rolü vardı. Bunlar, öncelikli olarak incelemeye değer mevzulardır. Padişahların kardeşlerini ortadan kaldırdıkları sıra yaşadıkları halet-i ruhiyeden bazı örnekleri şöyle sıralayabiliriz:"Çelebi Mehmed ağabeyi Musa'nın vücut donanımını yitirdiği cihetten üzülmüş, onun gençlik deminde yokluk diyarına gidişine yanmış, üzüntüsünü belli edercesine huzursuz olmuştu. Kirpiklerinin ucundan dökülen yaş taneleri göz bebeklerini nar gibi kan içinde bırakmış, akan yaşlar yanaklarını kızartmış, oturduğu yeri nemlendirmişti".Yavuz Sultan Selim de kardeşleri Korkud ve Ahmed'in ölümlerinden büyük üzüntü duydu ve ruhları için sadakalar dağıttı. Kanuni Sultan Süleyman nasihatçileri de dinlemeyerek isyan eden oğluna "Bî-günahım deme bari tevbe kıl canım oğul" derken ne iç buhranları geçirmişti acaba?Yavuz devri tarihçilerinden Celal-zâde Mustafa bu hususu:Cihana verme gönül bî-vefadır Mülûkun menzili taht-ı fenadır Huzur-ı saltanat bir bâda benzer Karındaşı kişinin yâda benzer Cihan için karındaşa kıyarlarBıçak ile ciğer çeşmin kıyarlardiyerek ifade ederken belki de meliklerde bu sebeple huzur ve sükûnun bulunmayacağını idafe etmektedir. Meşhur tarihçi Kemalpaşazâde ise:Akıbet şirzâde şîr olur. Zirzâde büyür emir olurbeytiyle arslan yavrusu büyüyünce aslan olacağı gibi, küçük de olsalar saltanat üyelerinin büyüdüklerinde padişah olacaklarını belirtip ortadan kaldırılmalarının, cihan görmüş, tecrübe sahibi yaşlıların tedbiri ve tavsiyeleri neticesinde devam ettiğini belirtir.Bir veliye bende olmak...Öte yandan Osmanlı padişahlarının zevk için, mevki ve makam için insan katledecek kadar aşağı ve bayağı kimseler olmadıkları, onların ruhi yönlerini yansıtan ifadelerinden daha açık bir şekilde anlaşılır. Reayayı koruma yönünde gayretleri, dini yaşantıları, İslamiyetin emirlerine bağlılıkları, adaletle hükmetmelerinin yanısıra şahsiyetlerini yansıtan en mühim yönleri onların ilmi ve edebi cihetleridir. Hemen her biri mükemmel bir eğitimden geçen Osmanlı sultanlarının veya hanedan mensuplarının tamamı şiirle meşgul olmuş, belki de med-cezir hareketleri gibi üzütülü-coşkulu iç dünyalarını bu şekilde ifade etmişlerdir. Onların bu yönleri dikkatle ve tarafsız bir şekilde incelenirse sanatçı özellikleri, içli ve duygulu yapıları, saltanatın ağır yükünden bunalışları, ahiret hesabı içerisinde bunaldıkları açık bir biçimde görülür. Yavuz Sultan Selim:Padişahı âlem olmak bir kuru kavga imiş Bir veliye bende olmak cümleden evla imiş Kanuni Sultan Süleyman:Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdırOlmaya baht-ü saadet dünyada vahdet gibi II.Selim Han:Bu zamanın devletiyle kimse mağrur olmasınKâm alırsan adl ile ol dem be-câdır saltanatFatih Sultan Mehmed ise:Nefs ü mal ile nola kılsam cihanda ictihad Hamdülillah var gazâya sad hezârân rağbetümifadeleriyle hangi duyguların hasretliğini çektiklerini açık bir tarzda ortaya koymuşlardır.Ekber evlâtSultan III. Mehmed'e halef olan oğlu I. Ahmed'den itibaren şehzadelerin sancağa çıkarılmaları usulü kaldırılıyordu. İşte bu uygulamanın sona erdirilmesi ile kardeş katli problemine de çözümler aranmaya başlandı. Zira III. Murad ve III. Mehmed devrinde sayıları artan şehzadelerin öldürülmeleri sarayda derin akisler doğurmuş, büyük üzüntülere yol açmıştı. I.Ahmed devrinde il k defa olmak üzere, oğlu Osman dünyaya geldiğinde kardeşi Mustafa'ya dokunulmadı. Yine ilk defa olmak üzere I.Ahmed Han vefat ettiğinde oğlu Osman küçük olduğundan amcası Mustafa tahta çıkarıldı. Buna rağmen şartların getirdiği sıkıntılar sebebiyle II. O sman ve IV. Murad dönemlerinde yine Fatih kanunnâmesine dayanılarak şehzade idamları vuku buldu. Ancak bütün bu idamlar padişahın sefere çıkması sırasında sarayda saltanata geçebilecek namzet bırakmak istememelerinden kaynaklanıyordu.
Zira IV. Murad defalarca zorbalar tarafından ayak divanına çağırıldığında hep kardeşlerinden birinin tahta çıkarılmasıyla tehdit olunmuştu. Nihayet I. Ahmed döneminde tavsayan kardeş katli meselesi, Sultan IV. Mehmed zamanında sona erdi. Bu devirde Osman oğulları içinden yaşça en büyüğünün tahta geçmesi kabul edilerek kardeş katlinin önüne geçildi. Hemen hemen Osmanlı hanedanının nihayete ermesine kadar devam eden bu usulün öncesi ile mukayesesi ise her zaman yapılageldi. Güçlü nefeslerden göç şarkılarına Yetenekli, kabiliyetli, ilim ve siyaset bakımından üstün nice şehzadeler kenarda beklerken idarede başarısız olanlar uzun yıllar icranın başında bulundular. Diğer taraftan gerek bazı haris devlet adamları, gerekse askerler beğenmedikleri veya menfaatlerine uygun gelmeyen padişahları her zaman tahttan indirme imkanına sahip bulundular. Artık ayak başa hükmetmektedir. Bu durum karşısında Osmanlı sarayı eskiyi aratmayacak acılara sahne oldu. Genç Osman'ın, III. Selim'in ve Abdülaziz Han'ın şehadetleri bunun e n bariz misalleridir. Bu uygulamalar padişahların rahat hareket etme imkanlarını ortadan kaldırdı, onların pek çok dengeleri gözetmesine yol açtı; böylece güçlü devirler yerini çekingen ve korkak uygulamalara bıraktı.
Kanuni Sultan Süleyman'ın:Allah Allah diyelim sancak-ı şâhi çekelimYürüyüp her yanadan Şarka sipahi çekelim İki yerden kuşanalım yine gayret kuşağın Bulanıp toz ile toprağa bu râhı çekelim Pay-ı mâl eyleyelim mülkünü düşmen-i dinin Gözüne sürme deyu dûd-ı siyahi çekelim şeklindeki güçlü kudretli sedaları yerini,III. Mustafa Han'da:Yıkılubdur bu cihan sanmaki bizde düzele Devleti çerh-i deni verdi kamu mübtezeleŞimdi ebvâb-ı Saadet'te gezen hep hâzeleİşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem-Yezel'emısralarıyla iç sıkıntılarına ve çaresizliğe terkediyordu. Dolayısıyla kardeş katli meselesi ve sonraki uygulamalara dair mukayesenin pek çok bakımdan ve sıhhatli bir şekilde yapılması; hissi, yanlı, düşmanca tavır ve değerlendirmelerden uzak kalınması gerekiyor.

6 Kasım 2008 Perşembe

Cemel Vak'ası

Cemel Vak'ası

Cemel Vakası İslam tarihinin en karışık, hakkında en çok konuşulan, konuşulmasında hayır olmayan belki de tek olayıdır. Tarih boyu kuru düzenleri yıkmayan çalışanlar, var huzuru ve sükunu bozmaya çalışanlar, na hak yere insanları birbirlerine düşürenler olmuş ve bundan sonra da olacak. İşte Cemel vakası tam da böyle bir olay.
Olayın ayrıntılarını öğrenmek için merhum Asım Köksal'ın İslam tarihini öneriyoruz. Biz yanlızca, Ashab-ı Kiramın büyükleri arasında yaşanan Cemel vakası nedeniyle zihinlerde oluşan sorular için şunları söylemek istiyoruz. Fazilet bakımından, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi Mekke’nin fethinden önce Müslüman olup, bütün savaşlara katılan sahabeler, Hz. İkrime, Hz. Vahşi gibi fetihten sonra Müslüman olanlardan üstündür. Ama hepsi de Cennetliktir. Allahü teâlâ, sadece Eshab-ı kiramın Cennetlik olduğunu bildirmekle kalmadı, o mübarek insanları sevip onların yolundan giden Müslümanlardan da razı olduğunu, onları da Cennete koyacağını bildirdi. İşte bir âyet-i kerime meali: (Muhacirlerin ve Ensarın önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allah razıdır ve bunlar da, Allah’tan razıdır. Allah bunlar için, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. Onlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır.) [Tevbe 100] Allahü teâlânın zatı gibi sıfatları da sonsuzdur. Razı olması da sonsuzdur. Allah, Eshabdan birkaç sene razı oldu sonra vazgeçti denilemez. Allah sözünden dönmez. Bütün sahabiler birbirlerinin dostu idi. İşte âyet-i kerime meali: (İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve [hicret eden eshabı] barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır.) [Enfal 72] Birbirilerine karşı çok merhametli olduklarını bildiren bir âyet-i kerime meali de şudur: (Muhammed aleyhisselam, Allah’ın Resulüdür ve Onunla birlikte bulunanların [Eshab-ı kiramın] hepsi, kâfirlere karşı çetin, fakat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktır.) [Feth 29] (Allahü teâlâ, bana eshab ve akraba olarak en iyileri seçti. Birçok kimse, eshabıma ve akrabama dil uzatır, kötülemeye çalışırlar. Böyle kimselerle oturmayın! Birlikte yiyip içmeyin, bunlardan kız alıp vermeyin.) [Dare Kutni] Hazreti Aişe, Cemel Vak’asında Hazreti Ali’ye karşı olan tarafta idi ve bu kuvvetin başında bulunur bir pozisyondaydı. Tıpkı, Sıffîn Hâdisesi’nde, Hazreti Ali’nin karşısındaki kuvvetin başında Hz. Muaviye’nin bulunması gibi. Cemel ve Sıffîn hâdiselerinin her ikisinde de, Hazreti Ali’nin kuvvetleri sahabilerden meydana geldiği gibi, Hz. Aişe ve Hz. Muaviye kuvvetleri de sahabilerden meydana geliyordu... İşte işin kritik noktası burasıdır ve Müslüman dilini tutmalı ve bu hadiseler sebebiyle sahabiler hakkında, ileri geri, çok fazla konuşmamalıdır. Nitekim, Sünnî ve Şiîler arasındaki ayrı noktalardan birisi şudur: Şiîler, bu olaylarda Hz. Ali’nin karşısında olduklarından, Hz. Aişe ve Hz. Muaviye hakkında ağır ifadeler kullanıyorlar. Sünnîlerse, her iki tarafta da sahabiler olduğu için hiçbir tarafın aleyhinde bulunmuyorlar. Çünkü, bu hadiselerde başrolü oynayanlar münafıklardır ve maalesef kan dökülmesinde de muvaffak olmuşlardır. Alimlerimizin kitaplarında, iki taraf hakkındaki dengenin korunması için bize tembihler vardır. Bu tembih şu şekildedir: “Allah onların kanlarına bizim ellerimizi bulaştırmadı, biz de dillerimizi bulaştırmayalım.” Yani, hiçbir tarafın aleyhinde konuşmayalım, elimizle bulaşmadığımız bu en çetin savaşta, asırlar sonra dilimizle de bulunmayalım ve Allah'ın seçmiş olduğu insanlar aleyhinde saygızıslık ederek, haddimizi aşarak bir de Yaratıcımızın hiddetini üzerimize çekmeyelim.

Ermeni Meselesi

Ermeni Meselesi

Tarihi bir belgedir, Ersinek köyü imamının mektubu.. şöyle başlar: "Kardaşlar: Küffâr eline esîr olanın hâli nice olduğu cümlenizce ma'lûmdur. Fakat bu def'a olan esîrlik ve hakâret hiçbir an görülmemişdi. Devr-i âdem'den beri bu gibi zulümler ne olmuşdur ve ne de olabilir. Dil ile vasfolunamaz. Ancak halka ayândır. Sabîler ve avratların âvazı arş-ı a'lâya çıkdı, felekleri ağlaşdı. Düşmanımız cesîm bir düşman olsaydı insâna efkâr olmazdı. Yalnız bizim vicdânsız, hakîkatsizliğimizden, dört Ermeni neferi elinde boynu eğri ve gözü yaşlı orada bıçakla ve büyük ezâlarla katlolunmaklığımız bizi ölmezden evvel öldürdü. Nâmus kalmadı. Cândan su'al olunursa İslâm yarıdan ziyâde belki üçte biri de ancak kaldı..." Birinci Dünya Savaşı, diğer bir deyişle “Büyük Savaş” 20.yüzyılın başlarında insanoğlunun başına gelebilecek en büyük felaketleri de beraberinde getirmiştir. Savaş alanlarında verilen büyük zayiatlar yanında savaşın cephe gerisindeki sivil halklar üzerinde bırakmış olduğu etki ve korunmasızlığın getirdiği kayıplar öylesine büyük boyutlara ulaşmıştır ki, felaket sözcüğü halkların yaşamış olduğu topraklar ve savaş alanları ile âdeta bütünleşmiştir. Birinci dünya harbinin içine çekilmiş, toprakları her köşeden istilaya uğramış olan Osmanlı imparatorluğu doğuda da pek çok cephede savaşı sürdüyordu. Bu sırada, ellerine büyük bir koz geçireceğini keşfeden İngiltere ve Rusya, Osmanlıya karşı cephe almış olan Ermeni komitacıları kışkırtarak, cephe gerisindeki halka saldırmalarını sağladı. 1915 yılından, Rusya'da meydana gelecek ilhitilal tarihine yani 1918 yılına kadar Rusya ve İngilterenin kontrolu içinde hareket eden Ermeniler, Bolşevik ihtilalinden sonra insiyatifi ellerine aldılar. Bir yandan cephelerde mücadele eden ordu, cephe gerisindeki halkın güvenliğini de sağlamak zorundaydı. İki yönden kuşatılan orduyu en azından Ermeni komitacılardan kurtarmak için devlet, geçici bir tahliye, bir zorunlu göç kararı aldı. İçinde bulunduğumuz tarihlerde, 24 nisan gününden başlayarak takibeden üç gün boyunca, Ermenistan ve Ermenilerce “Osmanlının Soykırım”ı olarak tarif edilen olay, geçici bir kararla, üstelik Osmanlı toprakları içinde gerçekleştirilmiş zorunlu bir tahliye olayından başka bir şey değildir. O tarihteki hayat ve savaş aynı zamnada çetin yolculuk şartları sebebiyle, yol boyu açlık ve hastalık yüzünden ölümler de söz konusu olmuştur. Tarihçilerin ortak görüşüne göre, bu ölümler soykırım olarak değerlendirilemez. Üstelik Ermeni kaybı, aynı tarihler içinde, İngilizler ve Ruslarca desteklenen komitacılar tarafından gerçekleştirilen saldırılar sonucu katledilen müslüman Türk ahalinin sayısının yarısı bile değildir. 24 nisan günü Ermenistan'da büyük yas kabul ediliyor. O gün devlet erkanından din adamlarına, sıradan halka kadar bütün ülke karalara bürünüyor. Televizyonlarda Türkiye aleyhine açıkoturumlar tertib ediliyor, karalayıcı belgeseller gösteriliyor. Sıradan yani bilinçsiz halkın, onları yönlendiren politikacıların ve tutuculuklarıyla ünlü din adamlarının hararetle 80 küsür yıl önce yaşandığı ileri sürülen soykırımın yasını tutmaları normal kaşılanabilir. Ancak ilginçtir, Ermeni ilim adamları, araştırmacılar dahi söz birliği etmişcesine bu meşhur soykırımdan ve bizlerden nefretle söz ediyorlar, şaşırtıcı olan bu. Bir başka şaşırtıcı olay ise, bu iddialarını kendi ülkeleriyle sınırlı tutmuyor, bütün dünyaya yaymaya gayret ediyor, güçlü devletlerin de “soykırımı” desteklemesini talep ediyorlar.
Son olarak Kanada hükümetinden istedikleri desteği aldılar. Nisan ayı geldiğinde, nisanın 24'ü geldiğinde, bulundukları ülkelerdeki Ermeniler, ellerinde rozetlerle kapı kapı geziyorlar. Bir günlüğüne de olsa soykırım rozetini takmasını rica ettikleri, konuyla ilgili hiç bir bilgisi olmayan dünya vatandaşlarının kapısını çalıyor ve bunu başarıyorlar. Her bir Ermeni vatandaşı, baştan ayağa bu ideale bürünmüş. Tek bir amaçları var, bizim ve dünyanın dilinden soykırım kelimesinin dökülmesini sağlamak. Ermeni sorunuyla ilgili olarak çeşitli araştırmalar yapan ve bu günkü durumlarını yakından takibeden Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Esat Arslan'a göre, 24 nisan tarihinin Ermeni soykırımıyla uzaktan yakından alakası olmayan bir tarih. Soykırım olduğu iddia edilen, zorunlu göç veya tahliye olayının gerçekleşmesi de bu tarihlere rastlamıyor. (ki bu olaya tehcir yasası demek de son derece yanlış. Zira ortada yasa yok bu bir geçici karar sadece ve tehcir de ülke sınırları dışına yapılır, hicret ettirme anlamına gelir. Oysa Ermeniler, osmanlı toprağı içinde yer alan Suriyeye göç ettirilmiştir.) Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus kuvvetlerinin, Osmanlı ve Rus Ermenilerinden kurulmuş olan gönüllü alayları öncülüğünde, Doğudan Osmanlı topraklarına girmesiyle birlikte Osmanlı ordusunda bulunan Ermeniler, silahlarıyla birlikte firar ederek Rus kuvvetlerine katılmışlardır. Rus ordusuna henüz ulaşamayan bir kısım Ermeniler ise çeteler kurarak isyan etmişlerdir. Yıllarca gerek Ermeni gerekse misyoner okullarında ve kiliselerinde saklanan silahlar ortaya çıkarılmış, askerlik şubeleri basılarak yeni silahlar sağlanmıştır. Silahlanan Ermeni çeteleri komitelerin "kurtulmak istiyorsan, önce komşunu öldür" talimatı üzerine, erkekler cephelerde olduğu için savunmasız kalan Türk şehirlerine, kasabalarına ve köylerine saldırarak katliama girişmişlerdir. Osmanlı kuvvetlerini arkadan vuran Ermeniler, Osmanlı birliklerinin harekatını engellemişler, ikmal yollarını kesmişler, yaralı taşıyan konvoyları pusuya düşürmüşler, köprü ve yolları imha etmişler, bulundukları şehirlerde ayaklanarak Rus işgalini kolaylaştırmışlardır. Rus kuvvetleri saflarında bulunan Ermeni gönüllü alaylarının yaptığı zulüm o kadar ağır olmuştur ki, Rus komutanlığı bazı Ermeni birliklerini cepheden uzaklaştırarak geri hatlara sevk etmek zorunluluğu hissetmiştir. Ermeni isyanları özellikle Doğu Anadolu'dan başlayarak diğer vilayetlere yayılmıştır. Erzurum ve çevresinde Rus işgalinin genişlemesiyle Ermeniler, "halkın kanını kendilerine mubah" görmüşler ve bir Alman generalinin ifadesiyle, "Bu bölgedeki Müslüman halkı silip süpürmeye başlamışlar”dır. Ermeni çetecilerinin Kars ve çevresinde Müslüman ahaliye yönelik katliam hareketleri 1915 ve 1920 yılları boyunca sürmüştür. Kafkasya'da ve Doğu Anadolu Bölgesi'nde Türklere yönelik Ermeni katliamları düzenli Ermeni birlikleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Çok sayıda Türk, çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden Ermeniler tarafından öldürülmüştür. Sadece 1918 yılından beri Kars ve havalisinde katledilen Müslümanların sayısının yirmi beş bine ulaştığı kaydedilmiştir. Ermeni çetelerinin bu tür zulüm ve eylemleri sürerken, güvenlik kuvvetleri tarafından Ermenilerin yaşadıkları bölgelerde yapılan aramalarda pek çok silâh ve cephane ele geçirilmiştir. Artık devletin varlığını ağır bir şekilde yaralayan bu durum, biraz daha hoşgörü gösterildiğinde, telafisi mümkün olmayan sonuçlara sürükleneceğini göstermektedir. Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesinden ve özellikle Kafkas Cephesindeki bozgundan sonra, Ermenilerin Müslüman halka karşı baskıları, askerden firarları, asker ve jandarmaya saldırıları, silahlı ve mühimmatla yakalanmaları, Fransızca, Rusça ve Ermenice şifre gruplarının ele geçirilmesi gibi gelişmeler, ülke çapında bir karışıklık çıkaracaklarını gösteren en önemli kanıtlar olmuştur. Bunun üzerine Ermeni komiteleri 24 Nisan 1915 tarihinde kapatılarak, yöneticilerinden 2345 kişi devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan tutuklanmıştır. Dışarıdaki Ermenilerin her yıl "Ermeni soykırımının yıldönümü" diye andıkları 24 Nisan, işte bu 2345 komitecinin tutuklandığı tarihtir ve tahliyeyle alakalı değildir. Ancak, asılsız olayları bile abartarak propaganda malzemesi yapan komiteci Ermeniler, söz konusu tutuklamaları da bir propaganda konusu yapmak için derhal harekete geçmişlerdir. Nitekim, ABD Cumhurbaşkanı’na şu telgrafı göndermiş, Başpiskopos Kevork: "Sayın Başkan, Türk Ermenistan’ından aldığımız son haberlere göre, orada katliam başlamış ve organize bir tedhiş Ermeni halkının mevcudiyetini tehlikeye sokmuştur. Bu nazik anda Ekselanslarının ve büyük Amerikan Milletinin asil hislerine hitap ediyor, insaniyet ve Hıristiyanlık inancı adına, büyük Cumhuriyetinizin diplomatik temsilcilikleri vasıtasıyla derhal müdahale ederek, Türk fanatizminin şiddetine terkedilmiş Türkiye'deki halkımın korunmasını rica ediyorum. Başpiskopos Kevork'un telgrafını, Rusya'nın Washington Büyükelçisi'nin ABD'deki temasları izlemiş, böylece yasadışı işler yapan Ermeni komitecilerinin tutuklandığı gün olan 24 Nisan, “Türkler’in Ermenileri soykırıma tabi tuttuğu gün” olarak dünya kamuoyuna propaganda edilmiştir. 1915 Ermeni Tahliye kararı ise, fiilen ortaya çıkan bir isyana ve düşman orduyla işbirliğine karşı alınan bir karardır. Başta Van olmak üzere yurdun pek çok yerinde başlayan Ermeni isyan ve katliamlarına önlem almak amacıyla Talat Paşa'nın başlattığı, Hükümet ve Meclis’in de uygun gördüğü yer değiştirme, doğrudan doğruya cephelerin güvenini sarsacak bölgelerde uygulanmıştır. Bunlardan birincisi, Kafkas ve İran cephesinin geri bölgesini oluşturan Erzurum, Van ve Bitlis dolayları; ikincisi ise, Sina cephesi gerilerini oluşturan Mersin-İskenderun bölgeleridir. Ermeniler, her iki bölgede de düşmanla işbirliği yapmış ve onların çıkarma yapmalarını kolaylaştıracak faaliyetlerde bulunmuşlardır. Yer değiştirme uygulaması daha sonraları, isyan çıkaran, düşmanla işbirliği yapan ve Ermeni komitacılarına yataklık eden diğer vilâyetlerdeki Ermenileri de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Başlangıçta Katolik ve Protestan Ermeniler uygulamanın dışı bırakıldıkları halde, daha sonra bunlardan zararlı faaliyetleri görülenler de göç ettirilmişlerdir. Gerçekleştirildiği 1915’ten günümüze kadar yer değiştirme uygulaması hakkında çok şey yazılıp çizilmiştir. Ermeniler, uydurma belgelerin arkasına gizlenerek, dünya kamuoyunu uzun süre kandırmayı başarmışlardır. Başlangıçta üç yüz binlerden başlayıp, üç milyonlara kadar varan rakamlarla ifade edilen Ermeni katliâmı hikâyelerinin hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Nitekim İstanbul'un işgal edildiği dönemde İngilizler ve Fransızlar, Osmanlı arşivini yeterince araştırmalarına rağmen soykırımı imâ edecek tek bir belgeye dahi rastlayamamışlardır. Ermenilerin ipe sapa gelmez bir iddiasına göre, işgaller altında inleyen Osmanlı ordusu, sırf Ermenileri yok etmek için, Trabzon'da bir gaz odası inşa etmiş. O zamanki şartlarda değil gaz odası kurmak, askerlerinin bitlere karşı korunmasını sağlayacak parası bile olmayan ordu bunu nasıl yapmıştı acaba? Şayet, Osmanlı devletinin Ermenileri “soykırım”a tabi tutmak gibi bir amacı olsaydı; bulundukları yerlerde bu düşüncesini gerçekleştiremez miydi? Bunun için “yer değiştirme” gibi bir uygulamaya ne gerek vardı? Ermenilerin, bulundukları yerde, boyunlarını vurur, kurşuna diziverir olur biterdi. Kafilelerin güvenliği, sağlığı ve geçimlerinin temini için büyük maddi fedakarlıklara ne gerek vardı? 1915 Mayısından 1916 Ekim ayına kadar yaklaşık bir buçuk yıl devam eden göç ettirme ve yerleştirme sırasında, emirler çerçevesinde ve mahallinde aldığı tedbirlerle, o günün zor savaş şartlarına rağmen, Ermenilerin can ve mallarını koruma altına almasına ne gerek vardı? Adetâ yeni bir cephe açmış gibi idarî, askerî ve malî yükün altına girmeye ne gerek vardı? Bütün bu soruların cevapları, Osmanlı Devleti'nin asıl niyetinin anlaşılmasına yetecektir. Osmanlı devletinin, yüzlerce yıl devlete olan bağlılıklarından dolayı “millet-i sadıka” olarak nitelendirdiği bu halka karşı, birdenbire tavır değiştirmesinin de mantıklı bir izahı yoktur. Değişen Osmanlı değil, Rusya ve İtilaf Devletlerinin bağımsızlık vaatlerine kanan Ermenilerdir. Millet-i sadıkanın yani Ermenilerin vefalı evlatlarının varlığınıa şahit olmak için, Gülhane Tıp Akademisinde açılan Sağlık Subayları şehitliğini ziyaret etmek yeterli olacaktır. Siyasi emellerle çıkan çatışmalarda uygulanan tedbirler ve zorunlu göç, soykırım havası ve programı içinde hazırlanmamıştır. Devlet güvenliğinin sağlanması için gerekli bir uygulama olan yer değiştirme, dünyanın en başarılı sevk ve iskan hareketidir ve hiçbir zaman Ermenileri imha etmek gayesini gütmemiştir. Yanlış bir iddia ve kuru bir iftira ardında sürüklenenler kadar, haklı olanların torunları olarak doğruları bilmek ve en az Ermeniler kadar bu konuda hassasiyet göstermemiz gerektiğine inanıyoruz. Konuyla ilgili daha geniş bilgi almak isteyenlerin devlet arşivlerini araştırmalarını ve derli toplu bir iste olarak da ermenisorunu.gen.tr adresini ziyaret etmelerini tavsiye ediyoruz. Konuyla ilgili bir cd aynı siteden temin edebilirsiniz. ERMENİ SORUNU (İddialar - Gerçekler) CD'si satışa sunuldu. “Ermeni Sorunu: İddialar ve Gerçekler” CD-ROM’u Ermenilerin asılsız iddialarına karşılık gerçekleri bütün açıklığı ve ayrıntılarıyla anlatan, toplumumuzu ve gelecek nesilleri bilinçlendirmeyi amaçlayarak hazırlanmıştır. Orijinal fotoğraflar, görüntüler, belgeler, resimler, haritalar, seslendirilmiş metinler ve özel olarak bestelenen müziklerle çok zengin bir içeriğe sahiptir. Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun danışmanlığında, konu hakkında uzman bir çok bilim adamının bilgilerinden ve kuruluşların özel arşivlerinden yararlanılarak hazırlanmıştır.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Piyade Silahları - Çakmaklı Tabanca


Akçakoca

Akçakoca
( .... - 1328)

Osman Gazi'nin silah arkadaşlarından olan Akçakoca'nın, babası Abdülmelik bin Abdülfettah'dır. Ailesi muhtemelen Anadolu Selçukluları döneminde uç bölgelere yerleştirilmiş bir Türkmen boyuna mensuptur. Akçakoca'nın da Aşiret beyi olduğu ve Ertuğrul Gazi'ye bağlı bulunduğu sanılmaktadır. Osman Gazi tarafından, Orhan Gazi'nin emrinde Konuralp, Abdurrahman Gazi ve Köse Mihal gibi meşhur beylerle Sakarya ve İzmit yöresine akınlar yapmakla görevlendirildi. Bu bölgedeki bazı kaleleri ele geçiren Akçakoca, Sapanca gölünün batı tarafındaki bir hisarı kendine karargah yapmış ve İzmit yöresine akınlar düzenlemiştir.


1326 yılında Kandıra ve civarını zaptetti. Ayrıca Konuralp ve Abdurrahman Gazi ile birlikte Kartal civarındaki Aydos'u, ardından da Samandıra hisarını fethetti. Samandıra bölgesi kendisine mülk olarak verildi. Birkaç yıl daha İzmit-Üsküdar arasındaki yerlere akınlarda bulunan Akçakoca, İzmit'in fethinden önce, 1328 yılında Kandıra yakınlarındaki bir tepede öldü ve buraya gömüldü. Ölümünden sonra, adamları Karamürsel'in etrafında toplandı. Uç beyliği yaptığı bölge ise önemi dolayısıyla Şehzade Murad'a (Sultan Murad Hüdavendigar) verildi. Fetihlerde bulunduğu İzmit ve çevresine, sonradan Koca-ili denildi. Ayrıca bugün Bolu iline bağlı Akçakoca ilçesi de onun adını taşır. Hacı İlyas adında bir oğlu vardır. Torunu Fazlullah da önce kadı, sonra vezir olarak Osmanlı Devleti'nde önemli görevlerde bulundu.

Akçakoca

Akçakoca
( .... - 1328)



Osman Gazi'nin silah arkadaşlarından olan Akçakoca'nın, babası Abdülmelik bin Abdülfettah'dır. Ailesi muhtemelen Anadolu Selçukluları döneminde uç bölgelere yerleştirilmiş bir Türkmen boyuna mensuptur. Akçakoca'nın da Aşiret beyi olduğu ve Ertuğrul Gazi'ye bağlı bulunduğu sanılmaktadır. Osman Gazi tarafından, Orhan Gazi'nin emrinde Konuralp, Abdurrahman Gazi ve Köse Mihal gibi meşhur beylerle Sakarya ve İzmit yöresine akınlar yapmakla görevlendirildi. Bu bölgedeki bazı kaleleri ele geçiren Akçakoca, Sapanca gölünün batı tarafındaki bir hisarı kendine karargah yapmış ve İzmit yöresine akınlar düzenlemiştir.
1326 yılında Kandıra ve civarını zaptetti. Ayrıca Konuralp ve Abdurrahman Gazi ile birlikte Kartal civarındaki Aydos'u, ardından da Samandıra hisarını fethetti. Samandıra bölgesi kendisine mülk olarak verildi. Birkaç yıl daha İzmit-Üsküdar arasındaki yerlere akınlarda bulunan Akçakoca, İzmit'in fethinden önce, 1328 yılında Kandıra yakınlarındaki bir tepede öldü ve buraya gömüldü. Ölümünden sonra, adamları Karamürsel'in etrafında toplandı. Uç beyliği yaptığı bölge ise önemi dolayısıyla Şehzade Murad'a (Sultan Murad Hüdavendigar) verildi. Fetihlerde bulunduğu İzmit ve çevresine, sonradan Koca-ili denildi. Ayrıca bugün Bolu iline bağlı Akçakoca ilçesi de onun adını taşır. Hacı İlyas adında bir oğlu vardır. Torunu Fazlullah da önce kadı, sonra vezir olarak Osmanlı Devleti'nde önemli görevlerde bulundu.