30 Ekim 2008 Perşembe

Piri Reis'in Haritası'nın Sırrı

Kasım 1929 tarihinde Topkapı Sarayı’nda büyük Türk denizcisi Piri Reis’e ait eski bir harita bulundu. Berlin Devlet Kitaplığı’nda bulunan ve Akdeniz’le Lut Gölü dolaylarını tam olarak gösteren atlaslar da Piri Reis’e aitti.
Haritada nehirler ve ovalar tam bir doğrulukla görünüyordu.
İşin akıl almaz yanı haritalarda ayrıntılarıyla görülen Antarktika dağlarıydı. Çünkü bu dağlar 1952 yılında, ses yansıtıcı araçlarla keşfedilebilmişti. Daha önce varlıkları bilinmiyordu ve Antarktika tarih boyunca hep buzlarla kaplı kalmıştı.

Sultân Abdülaziz intihar mı etmiştir yoksa şehid mi edilmiştir?

Sultân Abdülaziz intihar mı etmiştir yoksa şehid mi edilmiştir?
30.5.1876 tarihinde hal’ edilen ve yıllarca ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı yağma edilen Sultân Abdülaziz, görevden alındıktan sonra Hüseyin Avni Paşa’nın adamları tarafından Topkapı Sarayı’na nakledilmiştir. Burada ölüm korkusuyla büyük sıkıntılar çeken ve kendisine bakım yapılmayan Sultân Abdülaziz, yeni Padişah’a hitaben kendisinin Çırağan Sarayı’na nakli için insanı hüzne boğacak manalarda tezkireler kaleme almıştır. Bunun üzerine Çırağan Sarayı’nın üst tarafında V. Murad için yapılan dairelere getirilmiştir. Burada da ölüme terkedilmiş gibi bakımı yapılmayan Sultân Abdülaziz’in hayatından bıktığı ve hatta ölümü arzuladığı doğru olabilir. Ancak intihar ettiğine inanmak mümkün değildir.
4 Haziran 1876 sabahı haremdeki kadınların çığlıklarıyla Abdülaziz’in vefat ettiği öğrenilmiştir. Duruma müdahale eden Serasker Hüseyin Avni Paşa, hemen Fahri Bey isimli Abdülaziz’in yakın hizmetkârlarından birine, "sultân Abdülaziz’in sabahleyin validesini ve cariyeleri yanından kovarak oda kapısını kapattığını, sakalını düzeltmek için bir makas istediğini ve bu makas ile kollarının kan damarlarını kestiğini ve içeriye girildiğinde hayatını kurtarmanın mümkün olmadığım" söyletmişler; getirdikleri kendi tabiblerine doğru dürüst muayene bile ettirmeden subaylar eli ile cesedini açık bir şekilde Karakol’a iletmişlerdir. Maalesef, resmî olarak tutulan ölüm raporunda, son zamanlarda aklî dengesini bozduğu ve neticede intihar ettiği yazılarak mesele kamuoyuna böylece duyurulmuştur.
Konu daha sonra çok tartışılmıştır. Çünkü tarih çarpıtılmış ve gizlenmiştir. Mesele incelendiğinde görülmektedir ki, olay intihar değil, açıkça Hüseyin Avni Paşa, Mithad Paşa ve arkadaşlarının işlettikleri bir cinayettir. Zira;
Evvela, Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, makasla sol kolunun damarlarını kestikten sonra yaralı kol ile sağ kolunun damarlarını kesmesi inanılmaz bir durumdur.
İkinci olarak, koskoca Osmanlı Padişahının bu şekilde ölümü üzerine, şer’an ve kanunen her çeşit soruşturma ve tıbbî incelemenin yapılması gerekirken, asla bu yola gidilmemiş ve sadece Fahri Bey denen birinden sorularak alelacele sahte ölüm raporu hazırlanmıştır. Hüseyin Avni Paşa, muayene taleplerini şiddetle reddetmiştir.
Üçüncü olarak, asıl kendilerine sorulması gereken ailesine yani valide sultân ve cariyelere konu sorulmamış, tam tersine, gelen subaylardan Nazif isminde birisi, Valide Sultan’ın kulağındaki altın küpeyi çekip alacak kadar alçalmış ve hadiseyi bilen yakınları, olaydan sonra zulme ve baskıya maruz bırakılmıştır.
Dördüncü olarak, Ahmed Cevdet Paşa’nın nakline göre, sonradan V. Murad’ın yakınlarından biri olayı kendisine anlatınca, Padişah olayın dehşetinden aklını kaçırmış ve delirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın bir aralık olayı kendisine anlatmak istediğini ve ancak anlatamadan öldüğünü bizzat nakletmektedir. Hatta Ahmed Cevdet Paşa 1298/1881 tarihine kadar olayın müphem ve şüpheli kaldığını, o tarihe kadar herkesin intihar ettiğine inandığını ve bu tarihden itibaren meselenin anlaşıldığını kaydetmektedir.
Beşinci olarak, o dönemi ve bizzat olay günlerini yaşayan muteber tarihçilerin (Ahmed Cevdet Paşa ve Mahmûd Celâleddin Paşa giibi), son dönem tarihçilerin (Abdurrahman Şeref ve Mahmut Kemal gibi) ve de olay sırasında yayınlanan Avrupa basınının da kanaati olayın bir cinayet olduğu yönündedir.
Kısaca, İngilizlerin kuklası olan Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve benzeri hırslı kişiler, kendi gayri meşru emellerine ters gördükleri Abdülaziz’i, İngilizlerin tahrikiyle şehid etmişlerdir.

Mahmûd Celâleddin Paşa, Mir’âtı Hakikat c. I, sh. 116-121;
Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, c. IV, sh. 155-160;
Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, sh. 169-264; VII, sh. 355-360;
Abdurratıman Şeref, "Sultân Abdülaziz’in Vefatı İntihar mı Katil mi?", TTEM, nr. 6(83), sh. 321-325;
Uzunçarşılı, "Sultân Abdülaziz Vak’asına Dair Vak’anüvis Lütfi Efendi’nin Bir Risalesi", sh. 349-373.

Kaynak : Prof.Dr. Ahmet Akgündüz - Sorularla Osmanlı

Huzura Kabulden Sonra


III. Selim Dönemi Bayram Töreni


Lale Devrinde yapılan eğlenceler nelerdir ve gayri meşru eğlenceler var mıdır?

Lale Devrinde yapılan eğlenceler nelerdir ve gayri meşru eğlenceler var mıdır?
Hem III. Ahmed ve hem de damadı ve sadrazamı olan İbrahim Paşa, sulha meyilli, sakin ve eğlenceli hayatı seven, sevimli ve mülayim insanlar idiler. Bu yaratılışları gereği olarak, 1718–1730 tarihleri arasında, elimizdeki tarih kitaplarının da ortaya koyduğu gibi, ziyafetten ziyafete koşturdukları ve meşru dairede eğlenceli bir hayat yaşadıkları görülmektedir. Burada önemle vurgulanması gereken şudur: Padişah ve sadrazamının meşru dairede neşeli ve eğlenceli hayat yaşaması ayrı şeydir; İstanbul’da bu dönemde insanların barış ve huzurun kıymetini bilmeyerek, gayri meşru eğlencelere dalacak kadar aşırıya gitmiş olmaları tamamen ayrı şeydir. Bu ikisini birbirine karıştırmak tarihe iftira olur. Ancak Padişah ve Sadrazamın meşru dairede de olsa eğlence ve ziyafetlerde fazla vakit geçirmeleri, elbette ki insanların da gayri meşru işlere girmesine zımnî bir sebep olarak algılanabilir. Bu bakış açısından Lale Devri değerlendirildiğinde şu manzara ortaya çıkmaktadır:

A) Lale Devri denilen bu devrede, büyük masraflarla inşa edilen Kağıthane’deki Sa’dâbâd Köşkünde, Üsküdar’daki Şerefâbâd’da, Beylerbeyindeki Bağı Ferah Bahçesinde, Çırağan Bahçesinde, İbrahim Paşa’nın Beşiktaş Mevlevihanesine bitişik özel Yalısında ve benzeri çok sayıda saray ve bahçelerde, Padişah’ın da ara sıra katıldığı helva sohbetleri ve Lâle eğlencelerinin yapıldığı doğrudur. Hatta bu eğlencelerin bazılarına meşru dairede kalmak şartıyla, sazendeler de davet edilmiştir. Lale eğlenceleri sebebiyle laleye düşkünlük artmış ve hatta lalenin 234 çeşidi yetiştirilmiştir. Padişahın buna özel önem verip ferman yayınladığı da doğrudur.
Ancak bu ziyafetleri anlatan tarih kitapları tetkik edilirse, helva sohbetleri, lale eğlenceleri ve diğer tertip edilen ziyafetlere, başta Şeyhülislâm olmak üzere, o devrin ilim, fikir ve edebiyat adamları da mutlaka katılmıştır. Şeyhülislâmın da içinde yer aldığı ziyafet ve eğlencelerin, gayri meşru olduğu düşünülemez ve zaten tarih kitapları bu eğlence ve ziyafetlerde neler yapıldığını bütün ayrıntılarıyla anlatmaktadırlar. Bu ayrıntıların içinde haram olan bir şey göze çarpmamaktadır.
Ayrıca yapılan eğlence ve sohbetler sadece bunlardan ibaret değildir. Padişah huzurunda da, sadrazam huzurunda da, Şeyhülislâmın, Rumeli ve Anadolu Kazaskerlerinin ve İstanbul çevresinde meşhur olan âlimlerin de huzurunda, hem Saray’larda ve hem de Sadrazam Köşklerinde, tefsir, hadis, fıkıh ve tarih dersleri yapılmıştır. Merak edenler, bu konuyu ayrıntıları ile veren, Âsim Tarihi’ne bakabilirler. Bu arada bu ziyafet meclislerinin müdavimi olan Nedim ve Seyyid Vehbi gibi şairlerin, aynı zamanda birer İslâm âlimi olduklarını da eklememiz gerekmektedir. Mesela Seyyid Vehbi, bir ara Tebriz Kadılığına tayin edilmiştir. Tarihçi Râşid de, Halep Kadılığına kadar yükselen bir âlimdir.
Ancak bu ziyafet ve eğlenceler, halkın içinde ahlaksızlığı bir nevi teşvik etmesinden ve daha sonra da Damad İbrahim Paşa aleyhtarlarının (Eski İstanbul Kadısı Zülalî Hasan Efendi ve Ayasofya Vaizi İspirizâde gibi) onu yıpratma kampanyası başlatmasından dolayı, hakkında bazı gayri meşru işlere karıştığı iddiaları da bulunmaktadır. Bunların ne derece doğru olduğunu bilemiyoruz.

B) Padişah ve sadrazamın meşru dairede de olsa, vaktinin çoğunu ziyafetler ve eğlencelerde geçirmesi, halk arasında, maalesef ahlaksızlığın yayılmasına ve eğlencelerin meşru daireden gayri meşru daireye kaymasına yol açmıştır. O halde. Lale Devrinde İstanbul’da gayri meşru hayatın, diğer dönemlere oranla arttığı asla inkâr olunamaz. Mesela, eğlenceli ve ziyafetli hayatlar, halk arasında bazı gençlerin afyon ve esrar kullanmasına yol açmış ve meselenin çok ciddi bir noktaya ulaşmasından dolayı, Şeyhülislâmdan bu konuda fetva talebinde bulunulmuştur. Şeyhülislâm da verdiği fetvada, afyon ve esrar kullanmanın İslâm Hukukuna göre haram olduğunu, kullananların ve satanların sürgün ve para cezası gibi çok şiddetli ta’zîr cezaları ile cezalandırılmalarını, kullanılmasının helal olduğunu iddia ederek teşvikte bulunanların idam edilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Buna şunu da ilave etmek gerekmektedir: 1144/1731 tarihli bir fermana göre, İstanbul’da kadınların giyim ve kuşamlarının gayri meşru fiillere yol açacak şekilde bozulduğu ve bu yüzden İstanbul’da bazı gayri meşru fiillerin meydana geldiği, bu sebeple İslama aykırı giyimlerin yasaklanması ve bunun yol açtığı ahlaksızlıkların önlenmesi için her türlü tedbirin alınması gereği hükme bağlanmıştır.
Bu olaylar, Lale Devrinde, halk arasında bazı gayri meşru alışkanlıkların yerleşmesine yol açtığını açıkça göstermektedir. Ancak bu gayri meşru işlerin, Saraya girdiği manası asla çıkarılamaz.

BA, Mühimme Defteri, nr. 134, sh. 190;
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi tır 77-37;
Küçük Çelebizâde, Âsim Tarihi (Zeyli Tarihi Râşid), c. VI, sh. 4243, 100-101, 134-135, 137 (Esrar ve Afyon Yasağı), 223-224, 233-234, 259-260 (Tefsir Dersi), 265, 363-364, 370, 377, 384, 453, 464;
Râşid Tarihi, c. V, 19, 29, 45, 88, 177, 366, 444 (Sa’dâbâd), 527-528, 555;
Tarihi Subhî, İstanbul 1198, vrk. 34/ab;
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. IV, Kısım I, sh. 162171

Kaynak : Prof.Dr. Ahmet Akgündüz - Sorularla Osmanlı

11 Ekim 2008 Cumartesi

Tarih Öncesi Çağlarda İlkler

TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDA İLKLER

Tarih öncesi ilk devir kaba taş devridir.

1- İlk resim ve heykel yontma taş devrinde yapılmaya başlanmıştır.
2- Ateş ilk defa taş devrinde bulundu.
3- İnsanlar ilk defa yerleşik hayata cilalı taş devrinde geçtiler.
4- İnsanlar hayvanları evcilleştirmeyi ilk defa cilalı taş devrinde öğrendiler.
5- İnsanlar ilk defa balıkçılığa cilalı taş devrinde başladılar.
6- İlk krallık ve beylik maden devrinde kurulmuştur.
7- İlk bulunan maden bakırdır.
8- İlk kez yazı demir devrinde kullanılmıştır.
9- Tarihte ilk defa aile hukuku Hititlerde görülmüştür.
10- Anadoluda kurulan ilk uygarlık Hititlerdir.
11- İlk tarih yazıcılığını Hititler yapmıştır.
12- Anadoludaki ilk siyasi birlik Hititlerdir.
13- Tarihte ilk defa meclisi Hititler kurmuştur.(pankus meclisi)
14- İlk sosyal örgütlenme maden devrinde mezopotamyadaki Sümerler tarafından gerçekleştirirdi.
15- Tarihte ilk defa Güneş Saatini Sümerler kullanmıştır.
16- Mezopatamyadaki ilk medeniyet Sümerler tarafından kuruldu.
17- İlk yazıcı (Çivi Yazısı) bılan Sümerlerdir.
18- İlk yazılı kanunlar Sümerlere aittir . (Urgakina kanunları)
19- İlk ordu Sümer ve Akadlar tarafından kuruldu.
20- Tarihte ilk olarak asya ile Avrupa arasındaki kültürel etkileşimi meydana getiren
olay İskender’in asya seferine çıkmasıdır.
21- İlk kez doğu-batı ticaretinin gelişmesine Lidyalılar neden olmuştur.
22- İlk parayı Lidyalılar kullandı.(m.ö. 700)
23- İlk anayasayı babiller yazmıştır.24- İlk kanun kitabını babiller yazmıştır.
25- Tarihte ilk defa Güneş yılına dayalı takvimi mısırlar bulmuş ve gün yıl ve mevsim
olarak ayırmışlardır.
26- Tarihte ilk yazılı antlaşma Kadeş Antlaşmasıdır.
27- İlk hiyeroglif (resim) yazısını mısırlar bulmuştur.
28- İlk defa tıp ve mumyacığı mısırlar geliştirmiştir.
29- İlk defa alan ve hacim hesplarını bulan daireyi 360 dereceye bölen Mısırlardır.
30- Tarım ile ilk defa Mısırlılar uğraşmışlardır.
31- Tarihte ilk defa ticaret kolonileri İonlar kurmuştur.
32- İlk modern tarih yunan medeniyetinde heredot tarafından yazıldı.
33- İlk posta örgütünü Persler kurmuştur.
34- Tarihte ilk alfabeyi bulanlar Fenikelilerdir.
35- Tarihte ilk denizciler Fenikelilerdir.

6 Ekim 2008 Pazartesi

Hz. Peygamber'in Soyu II

Hz. Peygamber’in soyu yirmi birinci kuşaktan atası olan Adnân vasıtasıyla Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayanmaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber’in soyunun da mensup olduğu Kuzey Araplar’ına İsmâilîler veya Adnânîler gibi isimler de verilmektedir (Araplar’ın diğer ana kolu, anayurdu Güney Arabistan olan Kahtânîler’dir).
Hz. Peygamber’in Adnân’a kadar soy kütüğü kesin olarak bilinmekte olup şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ‘b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnân. Bu tabloya göre Hz. Peygamber, Araplar’ın, Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’in soyundan gelen Adnânîler kolundan, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları sülâlesine mensup Abdullah b. Abdülmuttalib’in oğludur.

Hz. Peygamber'in Soyu I


İslam Öncesi Mekke


İslam Öncesi Mekke

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın elçisi ve son peygamberi Hz. Muhammed (sav), eski dünya olarak bilinen Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan Arabistan yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde Mekke şehrinde dünyaya gelmiştir. Bu sebeple ana hatlarıyla Mekke tarihi ve bu arada Kâbe ve Kureyş’ten bahsetmek faydalı görülmektedir.
Mekke’nin bilinen tarihi Hz. İbrahim dönemine kadar inmekte, daha önceki tarihi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. İbrahim Allah’ın emriyle, henüz çok küçük yaşta olan oğlu Hz. İsmail’i ve annesi Hâcer’i Mekke’ye getirip bıraktıktan sonra Filistin’e dönmek üzere ayrıldı. Kur’ân-ı Kerim’de “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen (İbrahim 14/37) Mekke vadisi çöl karakterli bir araziye sahip olup iklimi sıcak ve kuraktır. Bu sebeple anne-oğul bir süre sonra susuzluk problemi ile karşılaştılar. Dinî rivâyetlere göre su bulmak için Safa ve Merve tepeleri arasında koşturan Hacer’in, çaresiz kalıp oğlunun hayatından ümit kestiği bir sırada Yüce Allah’ın emriyle çocuğun bulunduğu yerden bir su kaynağı fışkırdı. Zemzem adını alan ve suyu bol olan kaynak nedeniyle burası kervanların konak yeri oldu. Bir süre sonra Yemen’den gelen Cürhümlüler Mekke çevresine yerleştiler. İsmail onlardan Arapça öğrendi ve bu kabileden bir kızla evlendi.

Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim zaman zaman Hâcer ile İsmail’i ziyarete gelmekteydi. Hz. İbrahim Mekke’yi üçüncü ziyaretinde Allah’ın emri doğrultusunda oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşâ etmeye başladı. Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyetlerden (el-Bakara 2/127; Âl-i İmrân 3/96; el-Hacc 22/26) hareketle Kâbe’nin Hz. İbrahim’den önce de var olduğu, ancak yıkılıp uzun zaman içinde yerinin kaybolduğu ve İbrahim tarafından bulunarak yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır.1 Kurân’da Hz. İbrahim’den önce kimin tarafından inşâ edildiği hususunda herhangi bir bilgi yer almamakla birlikte bazı kaynaklarda Hz. Âdem yahut oğlu Şît tarafından yapıldığı kaydedilmektedir. Hz. İbrahim Kâbe’nin inşâsını tamamlayınca Cebrail gelip kendisine hac ibadetinin nasıl yapılacağını öğretti. O da insanları hac ibadetine davet edip oğlu ile birlikte görevini tamamladıktan sonra İsmail’i burada bırakarak Filistin’e döndü.
Mekke ve Kâbe’nin idaresi Hz. İsmail’den bir nesil sonra Cürhümlüler’in eline geçti. Önceleri Hz. İsmail’in tebliğ ettiği dini benimsemiş olan Cürhümlüler zamanla sapıklığa düştüler; çeşitli ahlâksızlıklar yanında Kâbe’ye takdim edilen hediyeleri çaldıkları gibi hac maksadıyla şehre gelenlere de kötü davranmaya başladılar. Bir süre sonra Güney Arabistan’dan göç ederek Mekke civarına gelen Huzâa kabilesi Cürhümlüler’le yaptıkları savaşta onları mağlup ederek şehirden çıkardı. Cürhümlüler Hacerülesved’i yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem Kuyusu’nu kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra tekrar ilk yurtları olan Yemen’e gittiler. İsmailoğulları ise sayılarının azlığı sebebiyle savaşta taraf olmadı ve Benî Huzâa ile anlaşarak şehirde kalmaya devam etti. Huzaalılar zamanında kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini bozup şehirde putperestliğin başlamasına sebep oldu.

V. Yüzyılın ilk yarısında Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb liderliğindeki Kureyş kabilesi, Huzâalılar’a karşı mücadele ederek Mekke yönetimini ele geçirdi. Böylece büyük şeref ve saygınlık ifade eden Kâbe hizmetleri de Kureyş’e geçmiş oldu. Kusay Mekke civarında dağınık halde yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Kâbe çevresinde yerleştirdi. Ayrıca gerekli düzenlemeler yaparak Mekke idaresi (Dârünnedve idaresi), başkumandanlık (kıyâde), sancaktarlık (livâ), Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası (hicâbe veya sidâne), hacılara su temini (sikâye) ve hacıları ağırlama (rifâde) hizmetlerini elinde topladı. Onun yaptırdığı Dârünnedve önemli meselelerin görüşülüp karara bağlandığı ve çeşitli törenlerin düzenlendiği bir toplantı yeri olarak İslâm dönemine kadar devam etti.

Kusay’dan sonra Mekke idaresi ve Kâbe hizmetleri onun çocukları ve torunları tarafından sürdürüldü. Kusay’ın torunu ve Hz. Peygamber’in üçüncü kuşaktan dedesi Hâşim b. Abdümenâf gerek Mekke’ye gelen hacıların gerekse Kureyş kabilesinin yiyecek ve su ihtiyacını karşılamak için çalıştı. Cömertliği ile tanınan Hâşim ile kardeşleri Muttalib, Abdüşems ve Nevfel, Bizans, Yemen, Habeşistan ve İran devletleri nezdinde ticaret antlaşmaları yaptılar. Ayrıca ticaret güzergâhı üzerindeki kabilelerle saldırmazlık antlaşmaları imzaladılar. Böylece Mekke ticareti milletlerarası bir mahiyet kazandı. Kureyşliler gerek antlaşmalar gerekse Kâbe hizmetlerini yürütmenin vermiş olduğu itibar sayesinde emniyet içerisinde kışın Yemen’e ve Habeşistan’a, yazın Suriye ve Anadolu’ya kadar ticarî amaçlı yolculuklar yapmaya başladılar. Hâşim ticaret için Suriye’ye giderken bir süre kaldığı Yesrib’de (Medine) Neccâroğulları’ndan Amr b. Zeyd’in kızı Selmâ ile evlendi. Bu evlilikten Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib (Şeybe) dünyaya geldi. Hâşim seyahatı sırasında Filistin’deki Gazze’de öldü ve oraya defnedildi. Abdülmuttalib sekiz yaşına kadar Medine’de kaldıktan sonra amcası Muttalib tarafından Mekke’ye getirildi. Abdülmuttalib’i amcası yetiştirdi ve ölümüne yakın bir zamanda kabile reisliği görevini ona devretti. Abdülmuttalib gördüğü bir rüya üzerine Cürhümlülerin Mekke’yi terkederken kapattıkları Zemzem kuyusunun yerini bularak yeniden açtı. Hacılara yiyecek ve su temini görevlerini üstlendi.

İslâm öncesinde Mekke coğrafî konumu yanında dinî ve ticarî bir merkez olmasından dolayı Bizans, İran (Sâsânî) ve Habeşistan gibi dönemin devletlerinin dikkatini çekmiştir. Habeş Krallığı’nın müstakil Yemen valisi Ebrehe Arapların Kâbe’yi ziyaretlerini engellemek üzere San‘a’da bir kilise yaptırmış, ancak amacına ulaşamayınca Kâbe’yi yıkmaya karar vermiş, şehri zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve Mekkeliler’in ticarî faaliyetlerine son vermeyi planlamıştı. Ebrehe ordusuyla birlikte Mekke yakınlarına kadar gelip konakladı. Bu sırada Kureyş’in Hâşimoğulları kolunun reisi olan Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib, Ebrehe ile görüştü ve Allah’ın evi (Beytullah) olarak bilinen Kâbe’yi sahibinin mutlaka koruyacağını ona hatırlattı. Kâbe’yi yıkmaya kararlı olan Ebrehe hücum emri verdi; ancak ordusunun önünde bulunan fil, Kâbe’ye doğru asla hareket etmediği gibi ordusu da Fîl sûresinde belirtildiğine göre (105/1-5) Allah tarafından gönderilen kuş sürülerinin attığı küçücük taşlarla helâk oldu. Bu olaya Fil Vak‘ası, meydana geldiği yıla da Fil yılı adı verilmiştir. Ebrehe’nin girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Araplar’ın Kâbe’ye ve hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başlamalarına yol açtı; Mekke ve Kureyş’in itibarı arttı.

Mekke Hicaz bölgesinin üç önemli şehrinin başında geliyordu (diğer ikisi Yesrib [Medine] ve Tâif). Güneyde Yemen’e, kuzeyde Akdeniz’e, doğuda Basra körfezine, batıda Kızıldeniz limanı Cidde’ye ve Afrika istikametine giden yolların kesişme noktasında bulunan Mekke ekonomik açıdan çok elverişli bir mevkide yer almaktaydı. Öte yandan Kâbe dolayısıyla şehir, Arabistan’ın dinî merkezi idi. Yılın belirli aylarında Arabistan’ın her tarafından Kâbe’yi ziyarete gelen insanlar şehrin ticarî faaliyetlerine canlılık kazandırır, panayırlar kurulur ve şiir yarışmaları yapılırdı. Coğrafî şartlar yüzünden tarıma elverişli olmayan Mekke’de ekonomik hayatın temelini ticaret oluşturmaktaydı.
Mekke’de Arabistan yarımadasının genelinde olduğu gibi putperestlik hâkimdi. Kâbe ve çevresinde sayıları 360’a ulaşan putların en büyüğü Hübel olup Kureyş’in en önemli putu idi. Bunların dışında evlerin çoğunda da put vardı. Araplar gökleri ve yeri yaratan, idare eden en yüce tanrı olarak Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun katında şefaatçı olacağı düşüncesiyle putlara tapıyorlardı. Böylece sadece Allah’a kulluğu öngören tevhid inancından saparak Allah’a ortak koşmak suretiyle şirke düşmüş oluyorlardı. Öte yandan Mekke’de sayıları az olmakla birlikte Hz. İbrahim’den gelen tevhid inancına sahip Hanîfler de bulunuyordu.

Dr. Casim Avcı

Unutulan ihanet











Sarayda Güvenlik




Padişahın Söyleşisi


Zevâl Olabilir !


Elçiye Zeval Olmaz


Kim ?


Sevdiğiniz İş


Göm Gitsin




5 Ekim 2008 Pazar

Beş Soru Beş Cevap “Osman Gazi"

1-Osman Gazi’nin soyu hakkında bilgi verir misiniz?

Osmanlı hanedanı, Oğuz Han’ın büyük oğlu kayı neslindendir. “Hanlık Oğuz Han’ın mucibince âhir Kayı Han evladına düşse gerektir.” Selçuklular Moğol egemenliği altına girince Müslüman halk, hanlığın başına Osman’ın geçmesini istedi. 1075’te İznik’i fethedip payitaht yapmış olan Selçuklu Kutalmışoğlu Süleymanşah, Osman’ın dedesi olarak benimsenmiştir. Osmanlı Devleti'nin kurucusu olan Osman Gazi 1258'de Söğüt'te doğdu. Babası Ertuğrul Gazi, annesi Hayme Hatun'dur.


2-Osmanoğulları Anadolu’ya ilk geldiklerinde konumları ne idi?

Osman Gazi, Kastamonu Beylerbeyine, o da Selçuklu Sultanına, Sultan da İran’daki İlhan’a bağımlı idi. İlk Osmanlı Beyliğini kurmuş olan Gündüz Alp’in torunu, Ertuğrul Gazi’nin oğlu, Osman; “Gazi” ve “Bey” unvanlarını kullanmıştır.


3-Osmanoğullarının kuruluş yıllarında uyguladığı iskân politikası nasıldı?

İstimâlet; hoşgörü ile kendi tarafına kazanma anlamına gelir. Osmanlılar bir yeri fethetmeden önce üç kez teslim önerisinde bulunurlar, kabul edilirse amân verirler, şehirlere “amân-nâme” veya “ahdnâme” ile güvenceler tanırlardı.



4-Osman Gazi’nin döneminde neler oldu?

Osman Gazi döneminde ilk Osmanlı akçesi bastırıldı. 1302'de Bizans İmparatorluğu Ordusu'na karşı Koyunhisar'da yapılan savaştan Osmanlılar galip çıktı. Osman Gazi babası Ertuğrul Gazi'den 4800 km.kare olarak devraldığı toprakları oğlu Orhan Gazi’ye 16000 km. kare olarak devretti


5-Osman Gazinin mirası ve vasiyeti neydi?

Vefat ettiğinde geriye bıraktığı mal varlığı şunlardı: Bir at zırhı, bir çift çizme, birkaç tane sancak, bir kılıç, bir mızrak, birkaç at, üç sürü koyun, tuzluk ve kaşıklık.
Ey oğul! Her işten önce din işlerine dikkat et. Zira farizaya (farzlara) dikkat, din ve devletin güçlenmesine sebeptir. Din işlerini; dikkatli olmayan, itikadı bozuk ve doğru yoldan ayrılmaya yönelen, büyük günahlardan kaçınmayan, helale-harama dikkat etmeyen sefihlere ve ayrıca tecrübesiz kişilere bırakma, devlet idaresinde bu gibi kişilere iş verme! Zira yaratandan korkmayan, yaratılandan hiç korkmaz.
Halkını düşman istilasından ve zulme uğratılmaktan koru! Haksız yere hiç bir ferde layık olmayan muamelede bulunma! Halkı taltif et, hepsinin rızasını kazan.

Murat Mısır
Tarih Öğretmeni

Maça maça !!!


I. Dünya Savaşı


Sezar'ın Galya'yı Alışı


Osmanlı Kuruluş


Osmanlı Yükselme


İslam Dünyası


Anadolu Beylikleri ( II. )


I. Dünya Savaşında Cepheler


Büyük Keşifler


Kavimler Göçü


17. YY Asya


Roma'nın Yükselişi


Büyük İskender İmparatorluğu


Mısır Uygarlığı


Tunç Devri


Tarih Öncesi Devirler


Milletin Efendisi Gelecek

Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi. "Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum." Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk "Buyursun!" dedi. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı.
* Osman Özsoy

Bugün sizlere, okuduğunuzda oldukça etkileneceğinizi düşündüğüm ve keşke her devlet adamımız böyle olsa diye aklınızdan geçireceğinizi tahmin ettiğim tarihi bir anekdot aktaracağım.
Vatan gazetesi bir ara bunu, “Sen benim yerimde olsan içmez miydin?”başlığıyla okuyucularıyla da paylaşmıştı. Atatürk’ün 69. ölüm yıldönümü idrak ettiğimiz şu günlerde, birçok kaynakta bulabileceğiniz bu tarihi anekdotu oldukça kısaltmaya çalışarak sizlerle paylaşmak istiyorum. Biraz uzunca olsa da, sıkılmayacağınızı düşünüyorum. Ülkede işlerin nasıl yürüdüğünü gösteren işte o tarihi anekdot. Bakalım o günden bu yana bir şeyler değişmiş mi?
Altlarında, Nuri Conker'in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece'ye doğru gidiyorlardı. Birden Atatürk'ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre durmasını söyledi. İndiler.
Köylüye seslendi: "Kolay gelsin Ağa!.."
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi: "Kolay gelsin"
"İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?"
Köylü isteksiz konuştu:"Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.",
"Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."
"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin..."
Köylü güldü: "Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu: "Kaymakama gitseydin."
Köylü iyice güldü. "Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü. "Eee peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil mi?"
Köylü Atatürk'ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı: "Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"İsmet Paşa işitir mi?
Atatürk sordu: "Adın ne senin Ağa?" "Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."
"Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."
"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa'ya çıkmış."
"Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"
"Bilmez olur muyum, beyim?"
"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."
"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa'mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni..."
Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu. "Eee peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi, "Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu. "Sen ne diyorsun bey?" dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.." Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk'ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı.
Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak, "Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi. "Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.." Döndüler, arabaya bindiler.
Halil Ağa, onları uğurladı. "Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba'ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket etti.Paşa yoldan geri dönüyor…
Atatürk'ün canı sıkılmıştı. "Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı. "Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!.."
Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti: "Şimdi" dedi: "İstanbul'da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!.. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver." Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker'e döndü: "Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."
O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş konuk vardı.Milletin efendisi yemeğe gelecek…
Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi. "Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum."
Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi. Atatürk "Buyursun!" dedi. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü.
Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı: "İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi. Nuri Conker, Halil Ağa'yı Atatürk'ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti.

Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa'yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi: "Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak." Halil Ağa'ya döndü:
"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim baş misafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın.
Atatürk’ün ayaklarına kapanmak isteyince…
İşte soruyorum: 'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?" Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk'ün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi: "Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver."
Soru - cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?" Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa'nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin?
Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı: "Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki..."
"Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..."
"Böyle demedik mi beyim?.."
"Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri'ye. Nuri,böyle mi dedi bize Halil Ağa?" Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!.."
"Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle."
Halil Ağa kekeleyerek konuştu: "Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi. "Kusura kalma gayri..."
Atatürk gülmeye başladı: "Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi: "Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım..." Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine: "E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"
Halil Ağa İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi: "Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."
Atatürk Halil Ağa'yı durdurdu. "Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor, Florya Köşkü'ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu."
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi: "Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!.." Atatürk'ün sesi iyice sertleşti: "Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu: "Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya..."
"Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı' değil miydi?"
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı: "Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi. "Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."
"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"
"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler."
"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla."
Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk'ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu. "İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"
Atatürk gülmeye başladı: "Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin."
Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü: "Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim" dedi.

Kanunlar nasıl yapılıyor?
"Şimdi bak, beni dinle Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi:
Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur, Fransa'dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe'ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! Eee, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."
Halil Ağa'nın dili çözülmüştü: "Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..." Atatürk sordu: "Peki sen de içer misin?" "Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.." Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa'ya uzattı: "Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."
Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk'e döndü: "Yunan'ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..." Halil Ağa Atatürk'ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk'ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!.." "Yemek yemedin!.." "Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim." Atatürk Nuri Conker'e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağa'nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında 'adam olmak' bize düşüyor!.." Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk'ten ayıramıyordu: "Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."

* 09 Kasım 2007 haber7.com

Görünmeyen Osmanlı

Osmanlıyı anlamaya çalışmak, onu överek geçmişe hapsetmek maksadıyla olmaz. Onun algılayışını gözlemlemek, onu yok saymak veya Batı merkezli bir bakışla ikinci sınıf medeniyet saymak için yapılmaz. Osmanlıyı kendi anlamlı muhtevasına oturtmaya çalışmak, aslında bugün karşı karşıya olduğumuz bilme, anlama ve yorumlama krizinin çok önemli bir örneği. Kırılan sadece Osmanlı’nın siyasi sürekliliği değil, dünyaya, hayata, insana, evrene, diğerlerine, kendimize bakma geleneğimiz. Yönetme kültürümüz, dünyaya yayılma alışkanlığımız. Osmanlı’yı bu açıdan anlamaya çalışmak demek, aslında tüm bilgiyi algılama, üretme, değerli kılma ve kullanma yolunda yeni bir sentez oluşturma çabası demek. O nedenle Osmanlı ile ilgili çalışmaları, tartışmaları ve yorumları önemsemeliyiz. Osmanlı bizim mihenk taşımız. Osmanlı, bizim medeniyet projemizin hesaplaşma alanı ama aynı zamanda onun ana mihveri.

Onun için Osmanlı medeniyetini diğer medeniyetlerden farklı ele almak, değerlendirmek gerek. Osmanlının süregeldiği Kosova, Bosna, Ortadoğu, Kafkaslar, Kırım gibi topraklardaki gelişmeler bunun en önemli göstergesi. Bu coğrafyalardaki sorunlara, yabancı eller tarafından getirilen çözümlerin başarısızlığı buna bizi mecbur kılıyor.
Osmanlı’yı bugünden veya dünyada yaşamış ve yaşamakta olan başka medeniyetlerden bağımsız, ilgisiz, apayrı düşünmek onu tarih içinde dondurmak demek. Bu noktada Osmanlı’nın ezeli düşmanları ile ezeli övücüleri arasında bir fark yok. Her ikisi de Osmanlı’yı dünyadan, tarihten, hayattan, medeniyet birikimi ve gelenek sürekliliğinden soyutlayarak aynı işi görüyorlar.

Bir milletin veya devletin tarihi yazılırken dünya kamuoyunda yerleşmiş bir imaj, dostluk ve düşmanlık, siyasi ideolojiler, yeni kültür yönelişleri gerçeği saptırır, abartır veya karalar. Bu kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Osmanlı tarihi, bu bakımdan en çok saptırılmış, tek yanlı yorumlanmış tarihtir.

Bu konuyla ilgili kaygılarımızı gidermenin en sağlıklı yolu Osmanlı uygulamalarına bakmaktır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kılıçla fethettiği halde, sırf sulh yolunun burada yaşayan gayr-ı müslimlere daha yararlı olmasından dolayı, araya giren papazların ısrarıyla, İstanbul’u sanki sulh yoluyla fethetmiş gibi kolaylıklar göstermiştir.
Fatih Galata zimmîlerine verilen ahidnâme’de şöyle der : “ Ben Ulu Padişah ve Ulu Şehinşah Sultan Muhammed Hân bin Sultan Murat Hânım... Kabul eyledim ki, kendülerün âyinleri ve erkânları ne vechile[1] câri ola-geldiyse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler. Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bil-cümle meta’ları ve avretleri ve oglancıkları ve kulları ve cariyeleri kendülerün ellerinde mukarrer ola, müte’ârız[2] olmayam ve üşendirmeyem. Anlar dahi rençberlik ederler. Gayrı memleketlerim gibi, deryadan ve karadan sefer ederler, kimesne mani’ olmaya mu’af ve müsellem olalar. Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar ayinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alup mescid etmeyem. Bunlar dahi yeni kilise yapmayalar. Şöyle bileler, alâmet-i şerife i’timâd kılalar.” Belgeden de anlaşılacağı gibi Osmanlının sadece kendi Müslüman tebaâsına değil, hakimiyeti altındaki Müslüman olmayan unsurlara da hoşgörü ile yaklaştığını görüyoruz.

II. Bayezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunâmesi ; “ Ve ayağı yaramaz bârgir[3]i işletmeyenler. Ve at ve birlikte katır ve eşşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah’u Teala yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip[4] görüp gözetse gerekir , şer’î hükmi vardır.” Devlet-i Aliye’nin sadece insan hak ve hürriyetlerine değil, her türlü canlının hakkına sahip çıktığını, bunun için yasal düzenlemeler yapmaktan kaçınmadığını bu kanunnâme bize gösterir. Modern ve çağdaş dünyanın bu konuyla ilgili düzenlemeleri 1948’de Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisi ile gerçekleştirdiğini hatırlatırsak sanırız daha insaflı bir yorum fırsatı elde edeceğiz.

Osmanlının günümüze yansıması ile ilgili değerlendirmelere değinecek olursak şu kriterleri ön planda tutmalıyız. Her şeyden önce Osmanlı tarihi bir imparatorluk tarihidir, yani belli tarihi koşullar sonucu örgütleyici bir üstün güç ortaya çıkarmış, ayrı din ve kültürlere sahip birçok milleti kendi egemenliği altında toplamış, idare etmiş, kendi idaresini egemen kılmıştır. Sonradan bu egemenlik kalktığı zaman, bağımsızlığını kazanan milletlerin imparatorluk dönemindeki her şey olumsuzdur, bu bakış milli ideolojinin temel öğesidir.

Bu konuda ünlü tarihçi Halil İnalcık Hoca’nın şu sözleri çok dikkat çekici “Milli Türk devleti doğduğu yıllarda ilk mektepte bize Osmanlı Devleti, milletin haklarını tanımayan, bir istibdat rejimi olarak tanıtılmış, Osmanlı sultanları Türk milletini devlet idaresinden dışlayan, milletin gelişimini, medeniyette ilerlemelerini engelleyen, müteassıp, zalim, geri kişiler olarak öğretilmişti. Çünkü yeni doğan milli devletin ideolojisi, imparatorluk ideolojisine taban tabana karşıttı. Hâlbuki Osmanlı’nı egemenlik şemsiyesi altında toplanan milletlerin her biri, kendi kilisesi, özel hukuku, dili, özel yaşam stilini korumuştur. Eğer Balkanlar’da Hıristiyan kavimlerde İslâmlaşma, kültür bakımından Osmanlılaşma olmuş ise, bu süreç bir zorlama, bir devlet politikası sonucu değildir. Bugün Türk toplumunda, dini yaşam, örf, adet, değerler sisteminde, kuşkusuz bir devamlılığa tanık oluyoruz. Yalnız sanatta, musikide, güzellik anlayışımızda, mutfağımızda değil, yaşam tarzı ve davranışlarımızda, hatta din anlayışımızda Osmanlı yaşamaktadır. Bu sosyolojik bir gerçektir.”

Osmanlı sistemi, düşüncesi, felsefesi, siyaseti, hoşgörüsü üzerine şüphe yok ki günümüze kadar birçok fikir söylenmiş ve söylenmeye devam edecektir. Bizim altını çizmeye çalıştığımız nokta ise bunu yaparken taraf tutma ve karşı gelme yerine objektif bir bakış açısı sergileme düşüncesidir. Bir zamanlar adı üç kıtada yankılanan bir medeniyeti anlamadan, dünya tarihine ışık tutmak, onu anlamak, anlatmak mümkün değildir.

[1] Vech: yüz, taraf, yön
[2] müte’ârız: birbirine zıt
[3]Bârgir: beygir, at, yük kaldıran.
[4] Muhtesip: eskiden belediye işlerine bakan memur
Murat Mısır
Tarih Öğretmeni