Osmanlıyı anlamaya çalışmak, onu överek geçmişe hapsetmek maksadıyla olmaz. Onun algılayışını gözlemlemek, onu yok saymak veya Batı merkezli bir bakışla ikinci sınıf medeniyet saymak için yapılmaz. Osmanlıyı kendi anlamlı muhtevasına oturtmaya çalışmak, aslında bugün karşı karşıya olduğumuz bilme, anlama ve yorumlama krizinin çok önemli bir örneği. Kırılan sadece Osmanlı’nın siyasi sürekliliği değil, dünyaya, hayata, insana, evrene, diğerlerine, kendimize bakma geleneğimiz. Yönetme kültürümüz, dünyaya yayılma alışkanlığımız. Osmanlı’yı bu açıdan anlamaya çalışmak demek, aslında tüm bilgiyi algılama, üretme, değerli kılma ve kullanma yolunda yeni bir sentez oluşturma çabası demek. O nedenle Osmanlı ile ilgili çalışmaları, tartışmaları ve yorumları önemsemeliyiz. Osmanlı bizim mihenk taşımız. Osmanlı, bizim medeniyet projemizin hesaplaşma alanı ama aynı zamanda onun ana mihveri.
Onun için Osmanlı medeniyetini diğer medeniyetlerden farklı ele almak, değerlendirmek gerek. Osmanlının süregeldiği Kosova, Bosna, Ortadoğu, Kafkaslar, Kırım gibi topraklardaki gelişmeler bunun en önemli göstergesi. Bu coğrafyalardaki sorunlara, yabancı eller tarafından getirilen çözümlerin başarısızlığı buna bizi mecbur kılıyor.
Osmanlı’yı bugünden veya dünyada yaşamış ve yaşamakta olan başka medeniyetlerden bağımsız, ilgisiz, apayrı düşünmek onu tarih içinde dondurmak demek. Bu noktada Osmanlı’nın ezeli düşmanları ile ezeli övücüleri arasında bir fark yok. Her ikisi de Osmanlı’yı dünyadan, tarihten, hayattan, medeniyet birikimi ve gelenek sürekliliğinden soyutlayarak aynı işi görüyorlar.
Bir milletin veya devletin tarihi yazılırken dünya kamuoyunda yerleşmiş bir imaj, dostluk ve düşmanlık, siyasi ideolojiler, yeni kültür yönelişleri gerçeği saptırır, abartır veya karalar. Bu kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Osmanlı tarihi, bu bakımdan en çok saptırılmış, tek yanlı yorumlanmış tarihtir.
Bu konuyla ilgili kaygılarımızı gidermenin en sağlıklı yolu Osmanlı uygulamalarına bakmaktır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kılıçla fethettiği halde, sırf sulh yolunun burada yaşayan gayr-ı müslimlere daha yararlı olmasından dolayı, araya giren papazların ısrarıyla, İstanbul’u sanki sulh yoluyla fethetmiş gibi kolaylıklar göstermiştir.
Fatih Galata zimmîlerine verilen ahidnâme’de şöyle der : “ Ben Ulu Padişah ve Ulu Şehinşah Sultan Muhammed Hân bin Sultan Murat Hânım... Kabul eyledim ki, kendülerün âyinleri ve erkânları ne vechile[1] câri ola-geldiyse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler. Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bil-cümle meta’ları ve avretleri ve oglancıkları ve kulları ve cariyeleri kendülerün ellerinde mukarrer ola, müte’ârız[2] olmayam ve üşendirmeyem. Anlar dahi rençberlik ederler. Gayrı memleketlerim gibi, deryadan ve karadan sefer ederler, kimesne mani’ olmaya mu’af ve müsellem olalar. Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar ayinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alup mescid etmeyem. Bunlar dahi yeni kilise yapmayalar. Şöyle bileler, alâmet-i şerife i’timâd kılalar.” Belgeden de anlaşılacağı gibi Osmanlının sadece kendi Müslüman tebaâsına değil, hakimiyeti altındaki Müslüman olmayan unsurlara da hoşgörü ile yaklaştığını görüyoruz.
II. Bayezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunâmesi ; “ Ve ayağı yaramaz bârgir[3]i işletmeyenler. Ve at ve birlikte katır ve eşşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah’u Teala yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip[4] görüp gözetse gerekir , şer’î hükmi vardır.” Devlet-i Aliye’nin sadece insan hak ve hürriyetlerine değil, her türlü canlının hakkına sahip çıktığını, bunun için yasal düzenlemeler yapmaktan kaçınmadığını bu kanunnâme bize gösterir. Modern ve çağdaş dünyanın bu konuyla ilgili düzenlemeleri 1948’de Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisi ile gerçekleştirdiğini hatırlatırsak sanırız daha insaflı bir yorum fırsatı elde edeceğiz.
Osmanlının günümüze yansıması ile ilgili değerlendirmelere değinecek olursak şu kriterleri ön planda tutmalıyız. Her şeyden önce Osmanlı tarihi bir imparatorluk tarihidir, yani belli tarihi koşullar sonucu örgütleyici bir üstün güç ortaya çıkarmış, ayrı din ve kültürlere sahip birçok milleti kendi egemenliği altında toplamış, idare etmiş, kendi idaresini egemen kılmıştır. Sonradan bu egemenlik kalktığı zaman, bağımsızlığını kazanan milletlerin imparatorluk dönemindeki her şey olumsuzdur, bu bakış milli ideolojinin temel öğesidir.
Bu konuda ünlü tarihçi Halil İnalcık Hoca’nın şu sözleri çok dikkat çekici “Milli Türk devleti doğduğu yıllarda ilk mektepte bize Osmanlı Devleti, milletin haklarını tanımayan, bir istibdat rejimi olarak tanıtılmış, Osmanlı sultanları Türk milletini devlet idaresinden dışlayan, milletin gelişimini, medeniyette ilerlemelerini engelleyen, müteassıp, zalim, geri kişiler olarak öğretilmişti. Çünkü yeni doğan milli devletin ideolojisi, imparatorluk ideolojisine taban tabana karşıttı. Hâlbuki Osmanlı’nı egemenlik şemsiyesi altında toplanan milletlerin her biri, kendi kilisesi, özel hukuku, dili, özel yaşam stilini korumuştur. Eğer Balkanlar’da Hıristiyan kavimlerde İslâmlaşma, kültür bakımından Osmanlılaşma olmuş ise, bu süreç bir zorlama, bir devlet politikası sonucu değildir. Bugün Türk toplumunda, dini yaşam, örf, adet, değerler sisteminde, kuşkusuz bir devamlılığa tanık oluyoruz. Yalnız sanatta, musikide, güzellik anlayışımızda, mutfağımızda değil, yaşam tarzı ve davranışlarımızda, hatta din anlayışımızda Osmanlı yaşamaktadır. Bu sosyolojik bir gerçektir.”
Osmanlı sistemi, düşüncesi, felsefesi, siyaseti, hoşgörüsü üzerine şüphe yok ki günümüze kadar birçok fikir söylenmiş ve söylenmeye devam edecektir. Bizim altını çizmeye çalıştığımız nokta ise bunu yaparken taraf tutma ve karşı gelme yerine objektif bir bakış açısı sergileme düşüncesidir. Bir zamanlar adı üç kıtada yankılanan bir medeniyeti anlamadan, dünya tarihine ışık tutmak, onu anlamak, anlatmak mümkün değildir.
Onun için Osmanlı medeniyetini diğer medeniyetlerden farklı ele almak, değerlendirmek gerek. Osmanlının süregeldiği Kosova, Bosna, Ortadoğu, Kafkaslar, Kırım gibi topraklardaki gelişmeler bunun en önemli göstergesi. Bu coğrafyalardaki sorunlara, yabancı eller tarafından getirilen çözümlerin başarısızlığı buna bizi mecbur kılıyor.
Osmanlı’yı bugünden veya dünyada yaşamış ve yaşamakta olan başka medeniyetlerden bağımsız, ilgisiz, apayrı düşünmek onu tarih içinde dondurmak demek. Bu noktada Osmanlı’nın ezeli düşmanları ile ezeli övücüleri arasında bir fark yok. Her ikisi de Osmanlı’yı dünyadan, tarihten, hayattan, medeniyet birikimi ve gelenek sürekliliğinden soyutlayarak aynı işi görüyorlar.
Bir milletin veya devletin tarihi yazılırken dünya kamuoyunda yerleşmiş bir imaj, dostluk ve düşmanlık, siyasi ideolojiler, yeni kültür yönelişleri gerçeği saptırır, abartır veya karalar. Bu kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Osmanlı tarihi, bu bakımdan en çok saptırılmış, tek yanlı yorumlanmış tarihtir.
Bu konuyla ilgili kaygılarımızı gidermenin en sağlıklı yolu Osmanlı uygulamalarına bakmaktır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kılıçla fethettiği halde, sırf sulh yolunun burada yaşayan gayr-ı müslimlere daha yararlı olmasından dolayı, araya giren papazların ısrarıyla, İstanbul’u sanki sulh yoluyla fethetmiş gibi kolaylıklar göstermiştir.
Fatih Galata zimmîlerine verilen ahidnâme’de şöyle der : “ Ben Ulu Padişah ve Ulu Şehinşah Sultan Muhammed Hân bin Sultan Murat Hânım... Kabul eyledim ki, kendülerün âyinleri ve erkânları ne vechile[1] câri ola-geldiyse, yine ol üslûb üzere âdetlerin ve erkânların yerine getüreler. Buyurdum ki, kendülerin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bil-cümle meta’ları ve avretleri ve oglancıkları ve kulları ve cariyeleri kendülerün ellerinde mukarrer ola, müte’ârız[2] olmayam ve üşendirmeyem. Anlar dahi rençberlik ederler. Gayrı memleketlerim gibi, deryadan ve karadan sefer ederler, kimesne mani’ olmaya mu’af ve müsellem olalar. Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar ayinlerince. Ammâ çan ve nâkus çalmayalar. Ve kiliselerin alup mescid etmeyem. Bunlar dahi yeni kilise yapmayalar. Şöyle bileler, alâmet-i şerife i’timâd kılalar.” Belgeden de anlaşılacağı gibi Osmanlının sadece kendi Müslüman tebaâsına değil, hakimiyeti altındaki Müslüman olmayan unsurlara da hoşgörü ile yaklaştığını görüyoruz.
II. Bayezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunâmesi ; “ Ve ayağı yaramaz bârgir[3]i işletmeyenler. Ve at ve birlikte katır ve eşşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah’u Teala yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip[4] görüp gözetse gerekir , şer’î hükmi vardır.” Devlet-i Aliye’nin sadece insan hak ve hürriyetlerine değil, her türlü canlının hakkına sahip çıktığını, bunun için yasal düzenlemeler yapmaktan kaçınmadığını bu kanunnâme bize gösterir. Modern ve çağdaş dünyanın bu konuyla ilgili düzenlemeleri 1948’de Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisi ile gerçekleştirdiğini hatırlatırsak sanırız daha insaflı bir yorum fırsatı elde edeceğiz.
Osmanlının günümüze yansıması ile ilgili değerlendirmelere değinecek olursak şu kriterleri ön planda tutmalıyız. Her şeyden önce Osmanlı tarihi bir imparatorluk tarihidir, yani belli tarihi koşullar sonucu örgütleyici bir üstün güç ortaya çıkarmış, ayrı din ve kültürlere sahip birçok milleti kendi egemenliği altında toplamış, idare etmiş, kendi idaresini egemen kılmıştır. Sonradan bu egemenlik kalktığı zaman, bağımsızlığını kazanan milletlerin imparatorluk dönemindeki her şey olumsuzdur, bu bakış milli ideolojinin temel öğesidir.
Bu konuda ünlü tarihçi Halil İnalcık Hoca’nın şu sözleri çok dikkat çekici “Milli Türk devleti doğduğu yıllarda ilk mektepte bize Osmanlı Devleti, milletin haklarını tanımayan, bir istibdat rejimi olarak tanıtılmış, Osmanlı sultanları Türk milletini devlet idaresinden dışlayan, milletin gelişimini, medeniyette ilerlemelerini engelleyen, müteassıp, zalim, geri kişiler olarak öğretilmişti. Çünkü yeni doğan milli devletin ideolojisi, imparatorluk ideolojisine taban tabana karşıttı. Hâlbuki Osmanlı’nı egemenlik şemsiyesi altında toplanan milletlerin her biri, kendi kilisesi, özel hukuku, dili, özel yaşam stilini korumuştur. Eğer Balkanlar’da Hıristiyan kavimlerde İslâmlaşma, kültür bakımından Osmanlılaşma olmuş ise, bu süreç bir zorlama, bir devlet politikası sonucu değildir. Bugün Türk toplumunda, dini yaşam, örf, adet, değerler sisteminde, kuşkusuz bir devamlılığa tanık oluyoruz. Yalnız sanatta, musikide, güzellik anlayışımızda, mutfağımızda değil, yaşam tarzı ve davranışlarımızda, hatta din anlayışımızda Osmanlı yaşamaktadır. Bu sosyolojik bir gerçektir.”
Osmanlı sistemi, düşüncesi, felsefesi, siyaseti, hoşgörüsü üzerine şüphe yok ki günümüze kadar birçok fikir söylenmiş ve söylenmeye devam edecektir. Bizim altını çizmeye çalıştığımız nokta ise bunu yaparken taraf tutma ve karşı gelme yerine objektif bir bakış açısı sergileme düşüncesidir. Bir zamanlar adı üç kıtada yankılanan bir medeniyeti anlamadan, dünya tarihine ışık tutmak, onu anlamak, anlatmak mümkün değildir.
[1] Vech: yüz, taraf, yön
[2] müte’ârız: birbirine zıt
[3]Bârgir: beygir, at, yük kaldıran.
[4] Muhtesip: eskiden belediye işlerine bakan memur
Murat Mısır
Tarih Öğretmeni
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder